Seyir Defteri: Alien vs. Prometheus

Uyanmadan önce: Sigourney Weaver “Alien”da

“Alien” soru sormuyor, hikaye anlatıyor. Ama o hikayeyi öylesine temel meselelerle donatıyor ki kendi doğallığıyla ortaya çıkan onlarca soruyu 30 yıldır tartışmaya devam ediyoruz. “Prometheus” hikaye kurmakla değil soru sormakla uğraşıyor. Sorduğu soruların bilimkurgu sinemasının yıllar önce tükettiği beylik sorular olması da cabası (“Tanrı var mı?”, “Robotlar hissedebilir mi?”). İşin ilginci, bizzat Ridley Scott iki başyapıtla (“Alien” ve “Blade Runner”) bu soruları 30 yıl önce paketleyip bir kenara koydu.

“Alien” bir şey anlatmaya uğraşmıyor, o yüzden çok şey söylüyor. “Prometheus” öyle hararetle, o kadar çok şey anlatmaya çalışıyor ki sonuçta ne bir şey söylemiş oluyor, ne de seyirciye söyleyecek bir şey bırakıyor.

“Alien”ın karakterleri “dümdüz” konuşuyorlar, tam da bu yüzden çok derinler. “Prometheus”un karakterleri koca koca “felsefi” soruları telaffuz edip duruyorlar, tam da bu yüzden insandan çok robota benziyorlar.

“Alien” daha çok yakın ve orta ölçekte planlarla ilerliyor, çünkü en çok önemsediği şey karakterleri. “Prometheus” sık sık genel planlara başvuruyor, çünkü en önemsediği şey gezegenleri, dağları, şelaleleri ve uzay gemileri. Yarattığı dünyanın “ihtişamı” gözlerini alıyor, karakterler dahil başka bir şeye pek bakamıyor.

“Alien”’da müzik yok denecek kadar az çünkü filmin ihtiyacı yok. Aksine, kurduğu yapı ve hikayesini anlatma biçimi müziği dışlıyor, gereksiz kılıyor. “Prometheus”’da bol bol müzik var, çünkü müzik tarafından doldurulması gereken pek çok boşluk var.

“Alien” ve “Prometheus”’u karşılaştırmaya gerek yok, karşılaştırılacak halleri de yok. Ne yapalım ki “‘Prometheus’, ‘Alien’ın öncülü” diye biz demedik, onlar dedi.

“Ses”in senaryosu

“Yalnız değilsin”: Selma Ergeç “Ses”te

“Ses”in senaryosu 11 “draft” (versiyon) gördü. Ardından, çekimden hemen önce yönetmen Ümit Ünal tarafından elden geçirildi. Burada gördüğünüz, senaryonun 9. versiyonu. Haliyle çeşitli açılardan filmden farklı.

Meraklıları nelerin değiştiğini, eklendiğini, çıktığını inceleyebilir ama en büyük farkın Mehmet Günsür’ün canlandırdığı Onur karakterinde olduğunu söyleyebilirim. Bu değişiklik onun bulunduğu sahnelerin tamamını, özellikle de filmin 60-80. dakikalar arasındaki bölümünü etkiliyor, değiştiriyor.

Derya’nın (Selma Ergeç) Cahide’yle (Serra Yılmaz) onun evinde yaptığı sohbet ya da filmin son 5-10 dakikası gibi neredeyse birebir çekilmiş sahneler de mevcut.

Ses_senaryo.pdf

Ses (2010)

Yönetmen: Ümit Ünal / Senaryo: Uygar Şirin / Yapımcı: Ersan Çongar / Ortak yapımcı: Marsel Kalvo / Uygulayıcı yapımcılar: Ali Kaan Ege, Tunç Şahin / Görüntü yönetmeni: Türksoy Gölebeyi / Oyuncular: Selma Ergeç, Mehmet Günsür, Işık Yenersu, Eylem Yıldız, Serra Yılmaz

“Karışık Pizza”: Maksat muhabbet olsun (ve bir parça senaryo)

“Karışık Pizza” senaryosunun orijinal halini siteye koymayı düşünüyordum ama o da bilgisayarımdan uçan eski dokümanlardan biriymiş meğer. Elimde sadece yarım yamalak bir çıktı var. Bir yandan araştırmalara devam ederken, o çıktının kapağını ve bir sayfasını senaryoyu “temsilen” buraya koyayım dedim.

Kapakta filmin adını “Kahraman Pizzacı”, yönetmeni de Aytan Gönülşen olarak göreceksiniz. Senaryoların uzun maceraları boyunca yaşadıkları sayısız değişimden ikisi.

Karışık Pizza’dan 2 sayfa.pdf

Bildiğim kadarıyla “Karışık Pizza”nın piyasada DVD baskısı yok. İnternette küçük bir arama yapınca daha çok “Maksat Muhabbet Olsun” sahnesi çıktığından (filmin tamamını izlemek de mümkün galiba) filmi temsilen de o sahneyi aldım. Bizim senaristler olarak katkımızın olmadığı, oyuncu ve müzisyenlerin sürüklediği bir sahne.

Emel (Meltem Cumbul) her şeyi geride bıraktığı bir taksi yolculuğunda. Fonda “Maksat Muhabbet Olsun” çalıyor. Söz-Müzik: Ömer Ahunbay, Hakan Özer, vokalde Özkan Uğur.

Karışık Pizza (1996)

Yönetmen: Umur Turagay / Yapımcı: Faruk Aksoy / Senaryo: Tamer Baran, Uygar Şirin / Oyuncular: Meltem Cumbul, Cem Özer, Olgun Şimşek

Seyir Defteri (Kasım 2006)

> “Araf”ın düşündürdükleri… 1. Bir karakterin arabasına binmesi ya da bardağa su doldurması, film için bir anlam ifade etmediği sürece gösterilmez. Bu eleme sürecine kurgu adını veriyoruz. 2. Beyaz pudra ve kömür karası, küçük bir kızı ürkütücü yapmaya yetmez. 3. Kamerayı sağa sola sallamak veya tuhaf alt/üst açılara yerleştirmek bir filmi ürkütücü yapmaya yetmez.

> İsminden, afişinden ve fragmanından anladığım kadarıyla “Araf”ta İslami bir atmosfer olması gerekiyordu. Halbuki film hiç oralı değil. Gerçi ben son 20 dakika boyunca “Yarabbim, nolur bitsin artık!” diye yalvardım, bilmiyorum sayılır mı?

> “DOA : Dead or Alive/Ölü ya da Diri” daha ikinci dakikada “Abi sen beni ciddiye alma, takılıyorum ben öyle” mesajını verip keyfine bakıyor, sizi de ortama davet ediyor. Unutulmuş ve özlenen bir tür olan erotik karateyi (80 çocukları, videoculardaki kasetlerden hatırlar bu ‘janr’ı) canlandırması ayrıca sevindirici.

> “Ölü ya da Diri” aynı anda hem bir “kadının fendi”, hem de bir “kadın vücuduyla erkek sömürüsü” filmi. Buna çelişki mi demek lazım, yoksa “Erkeği sömürmek de icabında kadınlığın şanındandır, yeter ki kadın kendi bedenine sahip çıksın” diye güya-feminist bir yorum mu getirmek lazım, orasını kestiremedim.

> Toplumsal açıdan önemli ve yakıcı olmakla birlikte, hakkında milyonlarca söz söylenmiş bir konuyu, ne tematik ne de sinemasal anlamda yeni bir soluk getirmeden “mercek altına almak”… Son dönem Ken Loach filmlerinin halini özetleyen bu cümle (son dönem dediğim, son 15 yıl filan) Duygudan da Öte için de geçerli.

> Ayın bilmecesi: Nuri Bilge Ceylan, Altın Portakal’da ödül alırken yaptığı konuşmada gerçekten söylediklerini mi kastediyordu yoksa ironi mi yapıyordu? (Yaptığım mini ankette gerçek-ironi oranı 50-50 çıktı.) “Jüri ilginç kararlar verdi, topu topu 300-400 plandan oluşan filmime en iyi kurgu ödülünü vermek çok cesur bir karar” derken, “ilginç” ve “cesur” sözcüklerini “saçma, abuk sabuk” anlamlarında mı kullanıyordu? Eğer öyleyse, kendisini temin ederim, geçen sene içinde bulunduğu jürinin Türev’i “en iyi film’ seçmesi çok daha ilginç ve cesur bir karardı.

> Eleştirmen dostlarımın “beş yıldız”lara boğduğu “Beş Vakit”, sevmediğim ilk Reha Erdem filmi oldu. Bugüne dek olağan hikayeleri net bir bakış ve incelikle işlenmiş bir estetikle sarmalayan Erdem, bu kez yapraklara sarmalayıp klasik müziğe bezediği köylü çocuklarıyla zorlama bir “plastik” sanat elde etmiş. “Kaç Para Kaç” ve “Korkuyorum Anne”nin kahramanları ne kadar canlıysa “Beş Vakit”inkiler o kadar yapay. Önceki filmlerde döktüren oyuncular bile burada sırıtıyorlar, belli ki o karakterlerin postunu giyememişler.

> “Beş Vakit”in “taşrada zaman”ı anlattığını söyleyenlere de itirazım var: Onu anlatmıyor, “Korkuyorum Anne”nin anlattıklarını aynen ve yeniden anlatıyor.

> Vizyon dışından tavsiye: “Birth-Doğum”. Yönetmen koltuğunda Jonathan Glazer, başrolde Nicole Kidman.

> Biri çıkıp “Ölümle burun buruna gelen bir adamın, beyaz ışıklara bürünmüş İsa Peygamber’i rüyasında göreceği bir Oliver Stone filmi (“World Trade Center/Dünya Ticaret Merkezi”) seyredeceksin” deseydi hayatta inanmazdım. Beyaz ışıklarla ya da İsa’yla bir sorunum olduğundan değil ama normalde bir Oliver Stone filminde biri halüsinasyon görüyorsa ya şizofrendir, ya triptedir ya da Vietnam gazisidir.

> Bu “The Night Listener-Gecenin Sesi”ni alacaksın, Brian De Palma’ya vereceksin, “Abi, şunu yeniden yazıp çeksene” diyeceksin. Mırın kırın ederse “Ama bak, hikayede eşcinsel bir radyocu ve kimlik meseleleri nedeniyle sürekli saçlarını boyatan kör bir kadın var” diyeceksin, hemen ikna olur. Çok da güzel çeker.

> Tabii “Gecenin Sesi”ni De Palma yönetse Robin Williams’ı oynatmazdı, o kesin. Çünkü Williams canı fena yanmış insanları oynayamıyor ne yazık ki. Yüzünde hep o aynı buruk, acı tebessüm.

> 13’te güzel bir fikir var, bir de… O kadar.

> Vizyondaki filmlerden illallah deyip Filmekimi’nin yardımını istemiştim geçen sayıda. Filmekimi gerçekten hızır gibi yetişti. Bir başyapıta rastlamadıysam da (kolay mı?), “Brick/Asi Gençlik” şöhretini haklı çıkaran bir liseli kara filmi, “Fast Food Nation/Hamburger Cumhuriyeti” misyon filmlerini de sevebileceğimi hatırlatan bir “ajit-prop”tu. “Il Caimano/Timsah” ise Nanni Moretti’nin zeki ve fakat dağınık senaryolarıyla hasret gidermemizi sağladı. En kötüsü bile vizyonun yanında altın değerinde.

Türkiye’nin sınırında, sınırların kalktığı festival

Sinemacılar ve eleştirmenler sinemadan bahsederken sık sık “düş” ve “büyü” sözcüklerine başvururlar. Kullanmayı pek sevmediğim iki sözcük.

Belli bir filmden bahsederken neyse de sinemanın geneline böyle yaklaşmanın, bu sanatı incelemek ve anlamak yerine yukarılarda bir yerlere koyup gereksizce mistikleştirmeye yaradığını düşünüyorum. (Sinemada hislerin önemini göz ardı etmeden söylüyorum bunu.) Gelin görün ki Gezici Festival’le birlikte Kars ve Artvin’de geçirdiğim on günü düşününce aklıma ilk gelen kelimeler de bu ikisi oluyor.
Başka türlü bir yer

Festivallerin birbirleriyle kıyaslanması sinema çevrelerinin favori sporlarından biri. Fakat Gezici Festival’i başka (özellikle de büyük) festivallerle kıyaslamak doğru değil. Çünkü aralarında, Attila İlhan’ın tabiriyle söyleyelim, derece farkı değil mahiyet farkı var.

Gezici Festival’in amaçları, yöntemleri ve başarı kriterleri çok farklı. Festivalle seyirci ve festivalle şehir arasındaki çizgilerin ve sınırların kalınlaştırıldığı değil silikleştirildiği bir festival bu. Ahmet Boyacıoğlu’nun herkese örnek olmasını dilediğimiz sadelikteki açılış/kapanış konuşmalarından (“Festivalimiz açılmıştır” veya “Saat 20.15. Film başlar” gibi) törenlerin atmosferine, hatta konukların niteliğine (ve sanırım kişiliğine) dek yansıyan bir tavır.

Festivali düzenleyenler ya da katılımcılar bu tavrın sebeplerini ve sonuçlarını uzun uzadıya anlatmaya girişebilir ama ne kadar etkili olur emin değilim. O yüzden biz en iyisi Çiğdem Çebi’ye kulak verelim, derim.

Çiğdem festivalin seyircilerinden biri. Ordu’da yaşıyor, tiyatroyla ilgileniyor, amatör oyunculuk yapıyor. Ordu’dan kalkıp Kars’a gelmesinin iki sebebi var. Birincisi, festival denen şeyi bugüne kadar hep televizyondan izlemiş, artık bizzat tanık olmak istemiş. İkincisi, Kars’ta çekmek istediği bir belgesel film projesi var. (Konusunu bana anlattı ama neme lazım, burada yazmayayım.) Bu yüzden bir yandan filmlere giderken bir yandan da belgesel ve oyunculuk atölyelerini takip ediyor. Önündeki sinema dergilerini büyük bir dikkatle incelerken, İstanbul dışında yaşayıp bu işlerle ilgilenmenin zorluklarından bahseden bu genç kadına festivali nasıl bulduğunu soruyorum, “Doğal” diyerek cevap veriyor: “Burada oyuncular var, yönetmenler var ama kimse kimseyi birbirinden üstün görmüyor. Giriyorsun salona, oturuyorsun, filmi izleyip çıkıyorsun. Bu kadar basit. Salondaki diğer insanlardan farklı olduğunu düşünmüyorsun. Kırmızı halı da yok.” (Gezici Festival’e ilişkin bir yazısına “Halımız kırmızı değil kardan olsun” başlığını atan Alin Taşçıyan’ın kulakları çınlasın.)
Sinemanın her hali

80 bin kişilik bir şehirde, 2 salonda, günde 4 gösterimle yapılan ve 7 gün süren bir festivalden söz ettiğimizi hatırlatayım. Rakamlar mütevazı görünebilir, buna karşılık festivalin Kars’taki programı geniş ve derin bir seçki sunuyordu.

Programın uzun metrajlı filmlerin yanı sıra kısa filmler, belgeseller, sahte belgeseller, canlandırmalar, klasikler ve çocuk filmlerinden oluştuğunu, atölye ve söyleşilerle desteklendiğini belirtirsem “geniş”ten ne kastettiğim anlaşılır sanırım. Politik, cinsel ya da sinemasal açıdan hayli cüretkar ve seyirciyi zorlayabilecek filmler içermesi ise derinliğinin göstergesiydi.

Sırf programın ortaya koyduğu bu tablo ya da örneğin uzun metrajlı filmlerin öncesine adeta “İnsanlar bunu da izlesin” düşüncesiyle kısa film koymak bile, bir sinema yazarı dostumun deyişiyle festivalin “aydınlanmacı” yaklaşımının göstergesi sayılabilir ve bu devirde “düş” sıfatını hak edebilir.

Ama Gezici Festival’le birlikte Kars ve Artvin’e gittiğinizde; 15 yıldır merak ettiğiniz ve nedense hiç karşınıza çıkmamış bir filmi Kars Şehir Sineması’nda seyrettiğinizde; sinema fuayelerinde Reha Erdem’i çevirip “Beş Vakit”teki müzik kullanımıyla ilgili soru soran veya Kars sokaklarında, meraklı bakışlar altında koştura koştura film çeken gençleri gördüğünüzde; Artvin’in bir süredir kullanılmayan sinema salonunun festival sayesinde hayata dönmeye hazırlandığını duyduğunuzda; Kars’ta ve Artvin’de insanların ayakta kalma, merdivenlerde oturma pahasına film seyrettiğine şahit olduğunuzda ve tabii Çiğdem’le konuştuğunuzda, pek başvurmadığınız bazı kelimeleri ister istemez raftan indiriyorsunuz.

Farklı şehirlere gidiyorsunuz, farklı filmler izliyorsunuz, filmler hakkında farklı düşüncelere sahip oluyorsunuz ama tuhaftır, sanki herkes aynı düşü görüyor.

(Sinema, Aralık 2008)

What Lies Beneath/Gizli Gerçek

“Orada ne var?”: Michelle Pfeiffer “Gizli Gerçek”te

Gerilim sineması 40 ile 60’lı yıllar arasında saltanatını sürdükten sonra, 70’lerin sonlarından itibaren başka temalarla flörte girerek psikolojik-gerilim gibi yeni türler oluşturdu, başka türlerin içinde eridi, bir türden ziyade bir “motif”e dönüştü. “Gizli Gerçek” ise katıksız, klasik bir gerilim. Ve tek kelimeyle “gerilim.” Önüne, ardına bir şey eklenmesine gerek olmayan cinsten.

“Gizli Gerçek”, “Scream-Çığlık” veya “Last Action Hero-Son Muhteşem Kahraman”ın yaptığı gibi, hem kendi türünün klişeleriyle dalga geçip hem de onları kullanarak türü yeniden yaratmaya soyunmuyor. Ama 90’ların eğilimlerinden tümüyle bağımsız da değil. Referansları yine sinemadan; seyircinin türle ilgili “bilgi ve birikimini” kullanıyor. Bazen seyircinin aleyhine kullanıyor üstelik… Karakterlerini, seyircinin ezbere bildiği mekanların ve durumların ortasına koyuyor mesela. “Evet” diyor seyirci, “şimdi bir şey olacak.” İşin ilginç tarafı, bazen oluyor, bazen olmuyor. Film, türün klişelerini gerilimin bir parçası haline getiriyor. Dahası, perili evden gizemli cinayete, hayaletlerden aynalara kadar gerilim sinemasının birçok ögesinden yararlanıyor ama türle dalga geçmiyor. Aksine, “gerilim”i fazlasıyla ciddiye alıyor.

Filmin başarısını ölçmemiz için kritik önem taşıyan soruya gelelim: Bu “gerilim”in seyirci üzerindeki etkisi ne? Lafı dolaştırmaya gerek yok, “Gizli Gerçek” izlediğim en (“korkunç” kesinlikle doğru sözcük değil) tedirgin edici ve ürkütücü filmlerden biri. Peki ama her şey bu kadar “klasik” ve tanıdıkken, üstelik ortada öyle ahım şahım bir senaryo da yokken, bu nasıl oluyor diye soracak olursanız cevap belli: Robert Zemeckis.

90’ların en iyi filmlerinden olduğunu düşündüğüm “Forrest Gump” ve “Contact/Mesaj” sayesinde Zemeckis’in kimi zaman plan-sekanslara dönüşen uzun planlarını, pan yapmak dışında hareket ettirmeyi pek sevmediği kamerasını, geniş açılarını, genel planlarını (ve kaydırmayla yakın planlara dönüşmelerini), düzgün ve ölçülü kadrajlarını tanıyoruz artık. Zemeckis bu üslubunu son iki filminde girdiği olgunluk döneminin ustalığıyla birleştiriyor ve “Gizli Gerçek”i, rahatlıkla düşebileceği yerlerden alıp kalburüstü bir gerilime dönüştürüyor.

Zemeckis’in sinematografik tercihlerinin türe nasıl denk düştüğünü görmek kadar, filmdeki “zamanlama”lar üzerine düşünmek de başlı başına bir keyif olabilir sinemaseverler için. “Gizli Gerçek”i izleyip, planların birbirini hangi sırayla takip etmesi ve hangi planın perdede kaç saniye kalması gerektiği gibi hayati sinemasal kararların ne kadar doğru verildiğini görmek lazım. Zemeckis’in filme bonkörce serpiştirdiği küçük görsel sürprizler bir yana, uzunca bir banyo sahnesi var ki antolojilere girse yeridir. Bu kadar “basit” bir sahnenin, böylesine ürkütücü bir hal alması ve inanılmaz sinemasal lezzetler içermesi gerçekten hayranlık verici.

Zemeckis’in başarısında katkısı olan iki büyük yardımcısı var, anmadan geçmek olmaz. Biri, Michelle Pfeiffer. Senaryonun yüklediği ağır yükün altından, üzerine fazla bir şey söylemeyi bile anlamsız kılacak, olağanüstü bir performansla kalkıyor.

İkincisi ise, filmdeki ses çalışması. “Sinemada ses” konusunda iki çift laf etmek isteyen herkesin “Gizli Gerçek”e kulak vermesi gerek bence. Filmin seslerinde, gürültülü efektlerle dolu olmadığı için kulakların hemen idrak edemeyebileceği, son derece ince bir işçilik var. Diyalogun zaman zaman neredeyse hiç olmadığı filmde, yaprak hışırtılarından su damlalarına kadar sayısız ayrıntıyı barındıran “soundtrack”, filmin hayatla temasını ve gerilimin dozunu hayli artırıyor. Tabii, Silvestri’nin müziğinin de katkısıyla.

“Gizli Gerçek”in özgün adının, “altında yatan şey” anlamına gelmesi de boşuna değil. Zira filmin yüzeyindeki gerilim hikayesini kaldırınca, altından Amerikan ailesiyle ilgili sert saptamalar çıkıyor. Filmdeki mutlu ailenin altına baktığımızda ise hayattaki en büyük tutkusunu evliliği için feda eden bir kadın, kendini işine fazlasıyla vermiş bir adam ve fazlasıyla yıpranmış bir birliktelikle karşılaşıyoruz. Biraz daha aşağılardan ise ihanet ve cinayet çıkıyor. Pencerelerinden ve evlerini ayıran çitten takip ettikleri komşu ailede ise (ki bu iki aile arasındaki ilişkinin, “röntgencilik” ve “bilinmeyen” gibi konular açısından nasıl bereketli olduğunu anlatmaya yerimiz yetmez), görünen korkunç nefretin altından akıllara durgunluk verecek bir aşk çıkıyor. Filmdeki birtakım objelerin (örneğin fotoğrafların ve suların) altından neler çıktığını ise burada açıklamayalım. Zemeckis bir yandan “Amerikan ailesi”nin altını kazıyor (“altını oyuyor” da denebilir), bir yandan da “her şey göründüğü gibi değildir” diyor, “altına bakın.”

Kısacası, “Gizli Gerçek”te her şeyin altından başka bir şey çıkıyor. Zemeckis’in “popüler sinemacı” görüntüsünün altından usta bir yönetmen çıkalı ise çok oldu. “Gizli Gerçek”, hâlâ görmeyenler için.

(Sinema, Ocak 2001)

Söyleşi: Ekşi Sinema

(Kaan Karsan’ın benimle Ekşi Sinema için yaptığı söyleşiden bazı bölümleri aldım buraya. Dileyenler en alttaki link’e tıklayarak söyleşinin tamamını okuyabilir.)

Kendisiyle konuşabildiğim, kendisine sorular sorabildiğim için çok mutlu olduğum bir sinema, senaryo ve roman yazarı olan Uygar Şirin röportajı var aşağıda. “Karışık Pizza” ve “Ses” gibi filmlerin senaryolarına imza atan, “Anne Tut Elimi” ve “Büyük Deniz Yükseliyor” romanlarının yazarı Uygar Şirin’e sorularıma cevap verdiği için teşekkür ediyorum. Kendisi aylık Sinema Dergisi’nde film yazıları yazmaya devam ediyor. “Seyir Defteri” köşesi de pek bir ünlüdür zaten. Kendisiyle yazdığı kitaplara, senaryolara ve sinemaya genel bir bakış attık:

Sorularımızı yanıtlayıp bizi kırmadığınız için çok teşekkür ederiz ilk olarak. Son dönemin en dikkat çekici film eleştirmenlerinden biriyle konuşmak bizim için büyük bir onur. İlk olarak sıradan bir anket sorusuyla başlamak istiyorum. Haftada kaç film izliyorsunuz?

Haftada 3-4 film izliyorum. 2-3 tanesi sinema salonunda, gerisi evde. Festival zamanları iş değişiyor tabii, günde 3-4’e çıkabiliyor.

Sinema üzerine yazma tutkunuz ne zaman başladı?

15-16 yaşımdayken sinemaya ve yazıya merakım şekillenmeye başladı. 21 yaşında, üniversite ikinci sınıftayken Antrakt dergisinin “Çevirmen aranıyor” ilanına başvurdum ve çevirmen olarak işe girdim. Bir iki ay sonra yazı işlerinde yarı zamanlı olarak çalışmaya başladım. 6-7 ay sonra da ilk yazım yayımlandı. Hikayenin başı özetle böyle.

Yazdığınız iki roman, “Büyük Deniz Yükseliyor” ve “Anne Tut Elimi”, okuyan kitle tarafından genel olarak çok beğenildi. Siz bu kitapları yazdıktan sonra, hedeflediğiniz kitleye ulaşıp, beklediğiniz tepkileri alabildiniz mi?

Hedeflediğim bir kitle yoktu, önce onu söyleyeyim… Satış rakamlarına bakacak olursak “Anne Tut Elimi” daha çok sayıda okura ulaştı. Bu mutlaka daha çok beğenildiği anlamına da gelmez kuşkusuz, ancak “Anne Tut Elimi” galiba sosyal çevresi, yaşı, dünya görüşü vb. açısından birbirinden çok farklı insanların sevebildiği bir kitap oldu. “Herkesi buluşturan” cinsten bir kitap… “Büyük Deniz Yükseliyor” ise, neden bilmiyorum, daha keskin tepkiler üretti. “Hayatımın kitabı oldu”, “Rüyalarıma girdi” diyen de gördüm, “Sonunu zor getirdim” diyen de.

Roman yazarlığını mı, yoksa film yazarlığını mı üst kimliğiniz olarak görüyorsunuz?

17 yıldır profesyonel olarak yazı yazıyorum. Bu süreçte film eleştirisinden romana, senaryodan reklam metinlerine, televizyon programından şarkı sözüne kadar pek çok şey kaleme aldım. Böyle olmasını istediğimden değil ama hayat bu şekilde gelişti. O nedenle “yazar”lığı üst kimlik olarak görüyorum. Ne yazarsam yazayım “Bir hikaye yazıyorum” gözüyle bakıyorum.

Yaratıcılığınızı gösterdiğiniz tek platform roman yazarlığı değil. Ümit Ünal’ın yönetmenliğini yaptığı “Ses” filminin senaryosunu yazdınız. Hem de Ümit Ünal’ın kendi senaryosunu kendi yazmadığı ilk filmiydi. Senaryoyu yazma sürecinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Birkaç yıl önce bir film şirketi “Anne Tut Elimi”yi filme uyarlamak istediğini söyledi. Görüşmeye gittiğimde yönetmenin bir korku filmi peşinde olduğunu ve romanı bile okumadığını, yönetmenin asistanının ise bir “Anne Tut Elimi” hayranı olduğunu ve romanı bir ay içinde iki kez okuduğunu öğrendim. Toplantı kısa sürdü tabii, asistan hanımefendiyi üzmek pahasına “Anne Tut Elimi’den korku filmi olmaz” demek durumunda kaldım… Fakat benden ısrarla bir korku filmi projesi istediler. Her ne kadar “Benim kalemim değil” dediysem de dinletemedim. İstanbul Film Festivali’nin ilk günüydü ve filme yetişecektim, o yüzden “Bana bir ay verin, düşüneyim” deyip çıktım.

Bir ay sonra, “Ses”in temelini oluşturacak hikayeyi yazmıştım, fakat hikayeyi hiç sevmemiştim. Zaten tam anlamıyla bir korku hikayesi de olmamıştı. “Bu hikayeyi çekmezler, çekilse de ben yazmam” diye düşünerek metni yolladım, ama hiç olmazsa benden bir iz olsun deyip baş karaktere, o sırada yayımlanmak üzere olan “Büyük Deniz Yükseliyor”daki bir karakterin, Derya’nın adını verdim… Tahmin ettiğim gibi, filmi çekmediler. Gelgelelim geçen zaman içinde ben hikayeyi giderek daha çok sevmeye, bir süre sonra da aklımdan çıkaramamaya başladım. Sürekli “Ses”i düşünüyordum, notlar alıyordum.

O dönemde, Birfilm bir senaryo arayışındaydı. Birfilm’in kurucusu Ersan Çongar ve yapımcıları Tunç Şahin ile Kaan Ege eski arkadaşlarım; “Birlikte yapalım mı? Elinde bir hikaye var mı?” dediler. Birkaç hikaye anlattım, hem en sevdikleri hikaye olduğu için hem de bütçesel sebeplerle “Ses”i tercih ettiler. Sonra 1-1.5 yıllık bir senaryo yazım süreci başladı. Ben senaryoyu yazarken Ersan, Tunç ve Kaan da adeta editör gibi çalıştılar. Senaryoda büyük katkıları vardır üçünün de.

Filmi izledikten sonra edindiğiniz izlenim neydi? Eğer filmin senaryosu sizin olmasa Sinema Dergisi’ndeki “Seyir Defteri” köşenizde, o üslupla film hakkında ne yazardınız?

Yaptığı işin kusursuz olduğunu düşünenlerden değilim ama yine de kendi elimden çıkmış bir iş hakkında “objektif”, “mesafeli” bir fikir üretemem herhalde. Gerek de yok zaten, o işi benim yerime yapacak binlerce insan var. Dolayısıyla, konu “Ses” olunca sinema yazarı kimliğini bir kenara bırakıyorum.

Filmin beklentilerinizi karşılayan ve karşılamayan yönleri nelerdi?

Sinemada yönetmenin bile kafasındaki filmi perdeye tam olarak yansıtamadığını düşünecek olursak, “senaristin beklentileri” kavramı biraz lüks bence. Senaryo dediğimiz, perdeye aktarılmayı bekleyen bir metin ve her film bu anlamda bir “uyarlama” aslında. Senaryo yazacaksanız bu gerçeğe teslim olmak gerekiyor. Artık ne kadar becerebilirseniz… Benim yazdığım senaryoyla filmin son hali arasındaki “yapısal” farklardan bahsedebilirim sadece, çünkü bu sübjektif bir konu değil.

Benimkinde Mehmet Günsür’ün canlandırdığı Onur karakteri daha köşeli bir tipti. Ümit onun Derya’ya benzer bir şekilde, “kurban” denebilecek bir karakter olmasını tercih etti. Tek değişiklik buydu diyebilirim ama tabii bu, filmi pek çok açıdan etkileyen, önemli bir değişiklik. Mesela, Onur’un Derya’yla ilişkisini, karısıyla ilişkisini ve çocukluk hikayesini etkiledi. Mesela, “eski Onur” terastaki sahnede Derya’ya o sözleri söylemezdi. Bunun gibi birkaç örnek verilebilir…

İşin başka bir yanına değinmek için bir anekdot anlatayım: İki hafta önce Ankara Film Festivali’nde yaptığımız söyleşide bir kadın seyirci “Resmen feminist bir film olmuş” dedi. Ben de “Senaryonun ilk hali erkek düşmanıydı, yumuşayıp feminist oldu” diye cevap verdim.

Ümit Ünal ile çalışmak nasıl bir tecrübeydi?

14 yıl önce bir reklam ajansında çalışmaya başladığımda Ümit büyük bir tesadüf eseri karşımda oturuyordu. Ben yeni başlamıştım, o kaçma planları yapıyordu. Ben 2-3 senaryo yazmıştım, bir tanesi (“Karışık Pizza”) filme çekilmişti; o “Teyzem”in, “Hayallerim Aşkım ve Sen”in, “Arkadaşım Şeytan”ın senaristiydi. Kendisiyle karşılıklı oturduğumuz iki yıl boyunca ona usta gözüyle baktım, bir şeyler öğrenmeye çalıştım… Onca yıl sonra, yazdığım bir senaryoyu çekmek istemesi bile benim için büyük bir mutluluk oldu tabii.

Sinema izleyicisinin sinemadan “yalnızca eğlence bekleyen” tavrı, nasıl bir tutum sayesinde değişebilir? Sinema, bazen ciddi olmak istediğini, bunun sinema açısından bir gereksinim olduğunu  Türk halkına nasıl gösterebilir?

Umutsuz ya da yılgın görünmek istemem, o anlamda söylemiyorum, ancak seyircinin bu tavrını değiştirmeye çalışmak anlamlı gelmiyor bana. Seyirci dünyanın her tarafında ve her zaman sinemaya öncelikle eğlence aracı olarak bakmıştır. Bunun dozu ülkeden ülkeye ve dönemden döneme değişir ama bu temel gerçek değişmez. Manzara budur diye dövünmenin, ya da “Ama şekerim, halkımız da çok şey” elitizmine kapılmanın alemi yok. Kaldı ki ben de tür sinemasından (gerilim, komedi, bilim-kurgu, aksiyon vs.) hoşlanan bir seyirciyim. Son birkaç yılda çok az sayıda iyi örneğinin çıktığını düşünüyorum, o ayrı. Eğlencenin de iyisi kötüsü var sonuçta.

“Sanatı toplum için yapmak” için, toplumu sanatsever hale getirmek gerekmez mi? Bu değişim sizce nasıl gerçekleşebilir?

Ben Türkiye’de son yıllardaki asıl büyük meselenin “sinema kültürü”ndeki gerileme olduğuna inanıyorum, ama “sinema kültürü” derken kesinlikle sinema bilgisini ya da kimilerinin “sinemadan anlama” diye ifade ettiği şeyi kastetmiyorum. Şu iki şeyi kastediyorum: Birincisi, insanların beğenisinin belli gettolara hapsolması; kimsenin kendi “sevdiği” türler, ülkeler, biçimler vs. dışında farklı şeylere kapı aralamaması ve diğer dünyalara “Ama o filmlerde hiçbir şey olmuyor, herkes uzaklara bakıp susuyor” veya “Ama Hollywood da çok salak” gibi üstünkörü ve toptancı tariflerle yaklaşması. İkincisi, buna bağlı olarak, seyircinin “Niye o filmi sevdin/sevmedin?” yerine “Neyi sevdin? Neyi sevmedin?” diye sormakla yetinmesi ve başka fikirlere kulaklarını tıkaması, hatta öfkelenmesi.

Kişisel olacak ama önemli olduğunu düşündüğüm bir örnek vereyim. 5-10 yıl önce okurlardan gelen mail’ler başlıbaşına birer sinema yazısı gibi olurdu. İncelemeler, analizler, sorular, cevaplar ve en önemlisi ilgi, merak, arayış. Son birkaç yılda ise “There Will Be Blood’ı sevmediğinize göre sinemadan anlamayan adamın tekiymişsiniz” ya da “There Will Be Blood’ı sevmediğinize göre harika bir sinema yazarısınız” türü mail’ler geliyor… Beğenilerimizin nedenini niçinini konuşmayacaksak sinema üstüne konuşmanın, yazmanın ne anlamı var, çözebilmiş değilim.

Türkiye’de film eleştirmenleri hak ettikleri ilgiyi görüyorlar mı sizce?

“İlgi” diye bakacak olursak ciddi bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Fakat “Sinema yazarının görevi, amacı, işlevi nedir?” gibi sorularda Türkiye’de ciddi bir kafa karışıklığı, hatta bilgisizlik olduğunu düşünüyorum. Bir cümlede yıkılabilecek, hiçbir temeli olmayan safsatalar yıllardır tekrar ediliyor (eleştirmenlerin halktan kopuk olduğu, seyredilmeyen filmlere ödül verdiği, genç eleştirmenlerin daha katı olduğu gibi laflar, örneğin). Artık pek çoğu “kalıp”, “inanç” halini aldı. Zamanında, Radikal’in yaptığı bir soruşturmada “Sinema Yazarlığının Basit Gerçekleri” başlıklı bir yazıyla bunlardan bahsetmeye çalışmıştım, “Seyir Defteri”nde de her fırsatta yazıyorum, o yüzden burada lafı uzatmayayım.

Genç Türk yönetmenler arasında, “heyecan verici” olarak nitelendirebileceğiniz birisi var mı?

Pelin Esmer, Özcan Alper, Ozan Açıktan, Seyfi Teoman, Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy yeni filmlerini merakla beklediğim yönetmenler.

(Ekşi Sinema, 4.4.2011)

http://eksisinema.com/roportaj-uygar-sirin/

Seyir Defteri (Ekim 2006)

> “The Illusionist-Sihirbaz”ın sürpriz sonunu açıklıyorum: Meğerse film alelade bir polisiyeymiş.

> “Yazıya meraklı insanların seveceği filmler” diye bir kategori var kafamda. Bilimsellikten uzak, fevkalade uydurma bir kategori. (“Kiss Kiss Bang Bang” geçen yılın onursal üyesi.) “Heights-Gizli İlişkiler”i de, insanların hayatlarını yukarda biri tarafından yazılmış gibi gördüğü ve rastlantı denen şeye “hayatın dramatik yapısının bir parçası” muamelesi yaptığı için ekibe dahil ettim.

> “The Sentinel-Fedai”nin arada verdiği ince mesajlara dikkatinizi çekmek isterim.

Mesaj 1: Beyaz Saray’da Aziz isminde Arap asıllı biri çalışıyor. (Düşünün yani, Amerika öyle özgürlükçü, öyle güzel bir yer.)

Mesaj 2: Amerikan Başkanı hem terörizme karşı çıkıyor, hem de Ortadoğu’da barışı sağlamaya çalışıyor. (Amerikalıların hayalindeki, Cumhuriyetçi-Demokrat karışımı süper başkan.)

> Fedai ne kadar geri kafalı, pimpirik ve uyuzsa, “Crank-Tetikçi” de o kadar yeni, rahat ve komplekssiz. Dijital kameranın hakkını vermesinden tutun, fırlama esprilerine ve enfes finaline kadar acayip sempatik bir hava var üzerinde. Bir insan olsa, delikanlı ve matrak bir arkadaş olurdu.

> Tetikçi’nin ortasında, kahramanımız Chev Chelios’un (Jason Statham) sevgilisiyle geçirdiği 15 dakikalık bir bölüm var ki antolojilere girse yeridir. “Kadınlar Mars’tan, erkekler Venüs’ten” (yoksa tersi miydi?) klişesine yaslansa da, kadının gevezeliği ve ilgi açlığıyla, erkeğin iş bitiriciliği ve düpedüz hayvanlığının kolkola gezdiği bu bölüm, zamane ilişkilerini 15 dakkada dürüp büküp bir kenara koyuyor.

> Filme adını veren konuya kırk beşinci dakikada gir… Ve 11 Eylül hakkında bir film yap, 11 Eylül üstüne iki çift laf söyleme… “United 93” bu iki başarının altına imzasını atıyor. Böyle bir filme ne denir? 11 Eylül simülasyonu. Uzun ve sıkıcı bir haber bülteni. Öfke ve nefret gibi duygulara benzin dökme pervasızlığı.

> “Lemming-Kuzey Faresi” bir Haneke filmi gibi, yani buz gibi başlıyor. Soğuk ve katı. Kamerasını çevirdiği cilalı banliyo yaşamının altında bir şeylerin (değerlerin, ilişkilerin, duyguların) çürüdüğünü ima ediyor. Yazık ki bu umut vaad eden başlangıcın ardından, en korkunç kavgaların bile “Tuzu uzatır mısın?” tonlamasıyla yapıldığı tipik “modern Fransız filmi”ne dönüşüyor.

> Haneke filmlerinde yönetmen seyircisine mesafelidir, “Kuzey Faresi”nde yönetmen karakterlerine mesafeli.

> “Ils-Onlar”a bir yandan “bilinmeyen”in üzerine giderek tedirginlik ürettiği için saygı duydum, diğer yandan “Bu devirde böyle bir film çekmek çok mu matah bir şey” diye düşündüm. Film bittikten sonra, senaryoya kaynaklık eden gerçek olayın ayrıntıları verilince duygularım netleşti: Bu hikayeden, çok daha ürkütücü ve akılda kalıcı bir film elde etmek mümkünmüş.

> Ayın Seyircisi Ödülü’nün sahibi, “Onlar”dan çıkarken arkadaşına “Çok fena bir film. Yani böcekler, uzaylılar filan olsa daha az şey olurdu, anladın mı?” diyen genç bayan. Bu kadar güzel özetlenir.

> “Kuzey Faresi”ni seyrederken böyle bir filmi (yani, bunun iyisini) ne kadar özlediğimi fark ettim. Benim festival vaktim gelmiş, belli. Allahtan, Filmekimi’ne az kaldı.

Üç 10’luk liste: Büyüleyici, mistik ve hem hüzünlü hem komik filmler

“Sinema” dergisi 2005 yılında özel bir bölüm hazırladı. “Üç 10’luk liste” adlı bu bölümde her ay bir yazardan üç tane “En iyi 10 film” listesi isteniyordu. Fakat bu listelerin başlığının ne olacağı, neye göre seçme ve sınıflandırma yapılacağı tamamen yazarlara bırakılmıştı.

Ben aşağıdaki üç listeyi verdim. Bunlar “Yılın en iyi 10 filmi” listelerinden farklı olarak kolay kolay değişmeyecek listeler. (Listelerin tamamı alfabetik sıraya göre.)

“Korkmuyorum”: Jeff Bridges “Fearless”te

10 büyüleyici film

1. The Age of Innocence (Masumiyet Yaşı), 1993. Y: Martin Scorsese

2. C’era Una Volta In West (Bir Zamanlar Batı’da ), 1968. Y: Sergio Leone

3. Fearless (Korkusuz), 1993. Y: Peter Weir

4. Jeder Für Sich und Gott Gegen Alle (Kaspar Hauser), 1974. Y: Werner Herzog

5. Kaos, 1984. Y: Paolo Taviani, Vittorio Taviani

6. La Passion de Jeanne d’Arc (Jan Dark’ın Tutkusu), 1928. Y: Carl Theodor Dreyer

7. Stalker, 1979. Y: Andrei Tarkovski

8. The Straight Story (Straight’in Hikayesi), 1999. Y: David Lynch

9. Topio stin Omichli (Puslu Manzaralar), 1988. Y: Theo Angelopoulos

10. Trois Couleurs: Bleu (Üç Renk: Mavi), 1993. Krzysztof Kieslowski

En iyi 10 mistik film

1. Artificial Intelligence (Yapay Zeka), 2001. Y: Steven Spielberg

2. Baraka (Yaşamın Soluğu), 1992. Y: Ron Fricke

3. Bin-Jip (Boş Ev), 2004. Y: Kim Ki-Duk

4. Cast Away (Yeni Hayat), 2000. Y: Robert Zemeckis

5. Groundhog Day (Bugün Aslında Dündü), 1993. Y: Harold Ramis

6. Journal d’un Curé de Campagne (Bir Taşra Papazının Güncesi), 1950. Y: Robert Bresson

7. The Matrix, 1999. Y:Andy Wachowski, Larry Wachowski

8. Ordet (Söz), 1955. Y: Carl Theodor Dreyer

9. Picnic At Hanging Rock (Hanging Rock’ta Piknik), 1975. Y: Peter Weir

10. Il Vangelo secondo Matteo (Aziz Matyas’a Göre İncil), 1964. Y: Pier Paolo Pasolini

En iyi 10 “hem hüzünlü hem komik” film

1. Barton Fink, 1991. Y: Joel Coen

2. Brazil, 1985. Y: Terry Gilliam

3. Crimes and Misdemenaors (Suçlar ve Kabahatler), 1989. Y: Woody Allen

4. Do The Right Thing (Doğruyu Seç), 1989. Y: Spike Lee

5. The General (General), 1927 Y: Buster Keaton

6. The Gold Rush (Altına Hücum), 1925 Y: Charlie Chaplin

7. Muhsin Bey, 1987. Y: Yavuz Turgul

8. Le Notti Di Cabiria (Cabiria’nın Geceleri), 1957. Y: Federico Fellini

9. Stanno Tutti Bene (Herkesin Keyfi Yerinde), 1990. Y: Giuseppe Tornatore

10. Vincent, 1982. Y: Tim Burton

(Sinema, Aralık 2005)

Jüriler ve kararları

Adı ister Cannes olsun, ister San Sebastian, isterse Antalya, her festivalin ardından, verilen ödüllerin tartışılması adettendir. Hatta bazen (Türkiye’de “bazen”den ziyade “çoğunlukla”) bu tartışmalar diğer konuları gölgede bırakır.

“Jüri nedir?”, “Nasıl karar verir?” gibi soruların, herkesçe biliniyor olması gereken cevaplarına bakarsak, bu tartışmaların çoğunun anlamsız olduğunu görürüz. Ama nedense bu tartışmaların ardı arkası kesilmediği gibi harareti de azalmıyor.

Hazır Altın Portakal’ın dumanı üstündeyken (ön jüri tartışmasını ayrı tutmak lazım, orada seçimden öte gizlilik konusu var), jüriler ve kararlarına dair bu basit gerçekleri hatırlamak gerekiyor belki de.

1. Bir festival jürisi (diyelim 10 kişi) festivale katılan filmler (diyelim 20 film) arasından bir seçim yaptığında, o 10 kişi, o 20 film hakkında bir karar vermiş olur. Bir festival kararının bundan daha öte bir sinemasal/tarihi anlamı yoktur. Şöyle de düşünebiliriz: Jüride başka 10 kişi olsaydı başka bir film seçilecekti.

2. Bir film bir festivalde ödül kazandığında o filmin gösterim şansı ve dolayısıyla daha fazla para kazanma ihtimali artar, hepsi o. Sinema tarihi “Altın Filanca” ödülü alıp sonra pek kimsenin hatırlamadığı veya hiçbir ödül almayıp tarihe geçmiş filmlerle doludur.

3. Hiçbir jüri aldığı kararlarla ülkelerindeki/dünyadaki tüm sinemaseverleri memnun edemez. (Çünkü, tekrar edeyim, 10 kişi 20 film arasından sevdiklerini seçmiştir. O 10 kişinin dışındaki yüzlerce milyon insandan bazılarının bu fikri paylaşmaması doğaldır.) Örneğin dünyanın en önemli festivali kabul edilen Cannes’da Altın Palmiye kararı açıkladığında salondan protestoların yükselmesi o kadar alışıldık bir manzaradır ki “Bu yıl Altın Palmiye kararı ıslıklanmadı” diye haberler yapılır. Ya da örneğin bana sorarsanız Berlin, bir iki istisna hariç, uzunca bir zamandır doğru düzgün bir filme Altın Ayı vermemiştir.

4. Ne sözkonusu ıslıklar Cannes’ın, ne de benim ya da başkalarının fikirleri Berlin’in değerini düşürür. Çünkü bir festivalin saygınlığını, ödüllerin hangi filmlere/oyunculara gittiği değil, gösterilen filmlerin nasıl bir seçki oluşturduğundan festivale katılan sinemacıların kimliklerine kadar pek çok farklı kriter belirler.

5. Bütün bu nedenlerden ötürü bir festivalin ardından “Niye o filme ödül verdiler?”, “Niye şu kadın oyuncuya ödül vermediler?” gibi konular elbette tören çıkışında, otel lobisinde, dönüş uçağında, evde konuşulur, zevkli de olur. Ama bunu gazete sütünlarına, televizyon programlarına, yazılara taşımak abesle iştigaldir.

6. Buna karşılık eğer bir jüri, kararlarıyla özel bir sinemasal tavır sergilerse bu pekala tartışılabilir. Teker teker filmlerden bağımsız, teorik ve genel bir tartışma olur bu ve gerek sinema, gerekse festival adına yararlı da olabilir. Örneğin iki yıl önce Antalya’da “Türev”e Altın Portakal verilmesi böyle bir karardı ve bu derginin sayfalarında bu kararı eleştirdim. Keza, bu yılki Altın Koza kararlarında benzer (ama “karşı cephe”den) bir tavır sergilendi, o da tartışılabilirdi.

7. Yönetmen Norman Jewison’ın Oscar için söylediği bir söz var: “Oscar’ı ciddiye alırsanız hata edersiniz. Ama bir oyun olarak düşünürseniz çok eğlencelidir.” Kuşkusuz Oscar, etkileri açısından değil ama ölçütleri açısından birçok festivalden daha tartışmalı ve ciddiye alınması daha zor bir ödüldür. Yine de Norman Jewison’ın yaptığı “oyun” benzetmesini bizimkiler dahil bilumum festivaller için aklımızda tutarsak, sinema bir yana, hepimizin akıl sağlığı için de hayırlı bir iş yapmış oluruz. Az şey tartışırız belki ama en azından işin özünü tartışırız.

(Sinema, Aralık 2007)