“Sen taklit yapıyordun, onlar gerçekten öldüler”

Engin Ertan’la birlikte The Act of Killing-Öldürme Eylemi’nin yönetmeni Joshua Oppenheimer’la yaptığımız söyleşi

Öldürme Eylemi‘ni yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

2001’de, daha sonra The Globalization Tapes adını alacak bir belgeselin çekimleri için Endonezya’ya gittim. Film sendika kurma mücadelesi veren tarım işçileri hakkındaydı. Çekimler sırasında işçilerle görüşürken karşımıza çıkan en büyük engel işçilerin hissettiği derin korkuydu. Hepsinin anne-baba ya da büyükanne ve büyükbabaları1965 öncesinde sendika üyesiymiş, 65’deki askeri darbenin ardından ya öldürülmüşler ya da hapse atılmışlar. İşin tuhafı, cinayetlerin sorumlusu olan çetelerin üyeleri, işçilerle aynı köyde yaşıyorlardı… Endonezya’da bir milyon kişinin öldürüldüğü 1965-66 soykırımından bu şekilde haberdar oldum.

Ancak filminiz darbe ve soykırımın tarihçesini konu almıyor.

Hayır. Beni asıl ilgilendiren, o yıllarda yaşanan korku ve dehşetin bugün halen Endonezya’da hüküm sürüyor olmasıydı.

Öldürme Eyleminin merkezinde neden dönemin kurbanlarından biri değil de katillerinden biri var?

Böyle planlamamıştım aslında. Katliam kurbanlarının çocukları ve torunlarıyla röportajlar yapıyordum. Film bu röportajlardan oluşacaktı. Ancak görüşmeler sırasında sürekli polisin, askerin ya da komşu evlerde yaşayan katillerin müdahaleleriyle karşılaşıyorduk. Bir iki kez ben ve ekip arkadaşlarım tutuklandık. Daha önemlisi, görüştüğümüz kimselerin hayatlarını tehlikeye atabilirdik. Bunun üzerine bölgedeki insan hakları örgütlerine danıştık ve “Ne yapalım? Çekimleri durduralım mı?” diye sorduk. Ağız birliği etmişcesine “Hayır, devam etmelisiniz. Bu bizim için ve ülkemiz için çok önemli” dediler. The Globalization Tapes‘in ana karakteri olan kadın ise kurbanlar yerine katillerle konuşmamı önerdi. “Çünkü yaptıklarıyla övünecekler ve gururla anlatacaklardır” dedi.

Sonuç tam da onun öngördüğü gibi olmuş.

Evet. Katillerin o korkunç cinayetleri uluorta, göğüslerini gere gere anlatmalarını belgelediğimde, Endonezya’daki dehşetin ve ikiyüzlü sessizliğin çok daha iyi anlaşılacağını söylemişti… Öldürme Eylemi‘nin çekimleri boyunca kendimi asla Endonezya’ya film yapmaya gitmiş Amerikalı bir sinemacı olarak görmedim. Kurbanların çocuklarına ve Endonezya’daki insan hakları aktivistlerine, ülkelerindeki sessizliği kırmak için yardım eden biri olarak gördüm.

Filmin baş karakteri Anwar’la tanıştığımızda onun bir istisna olduğunu düşünürken, daha sonra onun Endonezya toplumunun halini yansıttığını anlıyoruz. Sizin için de süreç bu şekilde mi gelişti yoksa filmi kurgularken mi böyle bir yola gittiniz?

Film birkaç istisna hariç kronolojik bir şekilde ilerliyor. Örneğin, devlet görevlileriyle oldukça geç bir aşamada görüştüm çünkü filmi engelleyebileceklerini düşünüyordum. Fakat tanışınca, onların da hiçbir şeyi saklamaya gerek görmediklerini anladım… Gençlik ve Spor Bakanı’nın durumu farklıydı. O kendiliğinden çıkıp geldi sete. 5 yıl süren çekimler boyunca korktuğum tek gün o gündü. “Acaba ne diyecek, ne yapacak?” diye düşünüyordum, çünkü Gençlik ve Spor Bakanlığı tamamen kamuflaj amacıyla uydurulmuş bir isim. Aslında kendisi “Pancasila” adlı paramiliter gençlik örgütünün başı. Önce “Bizi böyle gösteremezsiniz” gibi şeyler söyledi ama sonra filmde gördüğünüz gibi “Yine de bu görüntüleri filme koyun. Neler yapabileceğimiz bilinsin” dedi.

Anwar ve arkadaşlarının cinayetleri birer film gibi canlandırması fikri nasıl ortaya çıktı?

Filmi yapmaya koyulduğumda bu adamları kötülüğün cisimleşmiş hali olarak görüyordum. Onlar birer canavardı ve ben de bu canavarları aramak üzere yola çıkmıştım. Ancak karşımda canavarlar değil insanlar buldum. Hepsi sizin benim gibi insanlardı. O zaman şunu sormaya başladım: Bu insanlar işledikleri cinayetler hakkında ne hissediyorlar?.. Anwar görüştüğüm 41. kişiydi. Bu 41 kişinin tamamı cinayetleri böbürlenerek ve tüm ayrıntılarıyla anlatınca, üstelik “Keşke arkadaşlarımı da çağırsaydım. Keşke silahları da getirip gösterseydim” diye hayıflanınca, bu hikayeleri dramatize edecek bir araca ihtiyacım olduğunu düşündüm. Anwar ve arkadaşlarına ne kadar çok alan açarsam gerçeğe o kadar yaklaşacağımı fark ettim ve onlara, anlattıklarını canlandırmalarını önerdim. Gerçeği yansıtan bir belgesel değil, gerçeğin bugün nasıl tahayyül edildiğini yansıtan bir belgeselin peşine düştüm.

Bazı söyleşilerinizde canlandırmadan bir metod olarak söz ediyorsunuz. Nedir bu metodun özellikleri?

Kökenleri “cinéma vérité”nin kurucusu Jean Rouch’un fikirlerine dayanıyor. Rouch insanların kendi hayatlarını canlandırması aracılığıyla, o insanların kendilerini nasıl gördüklerini anlayabileceğimizi söylemişti… Belgesel sinema görüneni belgelemekten öteye geçip, gündelik hayatımızın görünmeyen kısımlarını görünür kılmalı. Hepimiz kendi dünyamızı hikayeler aracılığıyla kuruyoruz ve hikayeleri bazen hayatımızın hazmedilmesi zor gerçeklerinden kaçmak için kullanıyoruz. Kaçtığımız gerçeklerden biri de hepimizin insan olduğu. “Öldürme Eylemi”ni izleyen seyirciler de filme birtakım canavarları görmek için geliyorlar ama sonra onların birer insan olduğunu görüyorlar. Tabii görmeye dayanabilirlerse. Dayanamayanlar filmden çıkıyor. Gösterim sırasında en çok seyircinin salondan çıktığı ülkenin Türkiye olduğunu da söylemeliyim. Kötü insan diye bir şey olmadığını, kötü şeyler yapan insanlar olduğunu kabullenmek kolay değil. Arada büyük fark var. İkincisini kabul ettiğinizde sevgi ve empati duymanın yolu açılıyor. Bunu başarmış toplumlar var. Örneğin ben Amerikalıyım ama Danimarka’da yaşıyorum ve buranın Amerika’dan çok daha iyi bir yer olduğunu düşünüyorum. Fakat unutmayalım, Danimarkalıların mutluluğu da Çinlilerin acısı üzerine inşa edilmiş durumda. Global bir yamyam sofrası kurulmuş ve hepimiz bu ziyafette birer konuğuz. Anwar da, biz de.

Anwar ve arkadaşları o yıllarda bir sinema salonunda çalışmışlar. Bu bir tesadüf mü yoksa “preman” adı verilen çeteler bu işi mi yapıyormuş?

Evet, o dönem her sinema salonunun bir gangster çetesi var. Orada çalışıyorlar, bilet kesiyorlar, gösterilen filmleri seyrediyorlar, sonra gece yarısı yolun karışısındaki ofiste insanlara işkence edip öldürüyorlar. Sinemalarda çalışmalarının bir sebebi, bu işin cinayetleri örtbas etmek için iyi bir kılıf olması. O dönem Endonezya solunun Amerikan sinemasına boykot çağrısı yapmasının da etkisi var. Bu çeteler sinema salonlarını ve Amerikan filmlerini korumayı kendilerine görev edinmişler. Ekonomik gerekçeler de var kuşkusuz. Anwar katıldığı bir televizyon şovunda en sevdiği filmin “On Emir” olduğunu söylüyor. Sunucu “10 emirin birincisi ‘Öldürmeyeceksin’i sürekli ihlal ederken bu filmi sevmeniz ilginç” deyince, “İyi para getirmişti” diyor… Anwar ve arkadaşları Amerikan filmlerini hayranlık derecesinde sevmeleri filme başka bir boyut ekliyor. Gençliklerinde izledikleri Amerikan filmlerinden öylesine etkilenmişler ki işledikleri cinayetleri eski kara filmler veya western’lerinden unutamadıkları sahnelere benzeterek canlandırdılar. Böylece içerikle biçim arasında beklenmedik bir uyum oluştu.

Filmlerin insanları şiddete ittiğine dair bir kanı var. Bu açıdan baktığınızda, Anwar ve arkadaşlarının Amerikan filmlerinden bu denli etkilenmeleri ve o filmlerdeki şiddet sahnelerini taklit etmelerini nasıl görüyorsunuz?

Anwar bu filmleri seyretmemiş olsaydı insanları öldürmenin başka bir yolunu bulurdu diye düşünüyorum. Endonezya’nın köylerinde yaşayan katiller hayatlarında tek bir film bile seyretmemişlerdi, yine de binlerce insan öldürdüler. Sinemadan öğrenecekleri karmaşık yöntemlere ihtiyaçları yoktu, bir satır alıp insanların kafasını kestiler… Katillerin tümü kendileriyle işledikleri cinayet arasına bir mesafe koymaya çalışır. Bir insansız hava aracını idare eden biri bunun için oyun konsoluna benzer bir düzenek kullanır. Endonezya’nın köylerindeki katiller alkolü kullanıyorlardı. Anwar ise filmleri kullanıyor. Önemli olan yöntem değil, bu insanların neler yaptığı. Düşünün ki Anwar kendisine ilham veren filmler arasında bir Elvis Presley müzikalini sayıyor. Elvis Presley filmleri pek kanlı filmler değiller. Bence Anwar’ın yolculuğunu ilginç kılan tam da bu: Filmler aracılığıyla işlediği cinayetlerden uzaklaşmaya çalışıyor, fakat o filmler ve canlandırmalar Anwar’ı yaptıklarıyla yüzleştiriyor.

Anwar’ın filmi bir psikodrama gibi kullanıp kendini affetmeye ve affettirmek için çaba sarf ettiğini düşünmüyorsunuz o halde.

Bunu yapmaya uğraştı ama ben izin vermedim. Hatta o kadar uğraştı ki bir sahnede kurbanlardan birini canlandırdı ve daha sonra o sahneyi seyrederken “Onların ne hissettiğini anladım” dedi. Ben de “Hayır Anwar” dedim, “Sen sadece taklit yapıyordun, onlar gerçekten öldüler…” Kaldı ki Anwar’ın bu gerçeklikten kaçabilmesi zaten mümkün değildi. Benliğini ve hafızasını işgal eden hayaletlerden kurtulmayı denemesi boşunaydı, çünkü artık kendisi bir hayalete dönüşmüştü. Geçmişinden kurtulamazdı, geçmiş onun bir parçası haline gelmişti.

Nisan 2013’te Sinema dergisinde yayımlandı

Oyun

“Hiç”, Erol Batislam’ın editörlüğünü yaptığı bir kitap. 72 isim, hakkında hiç fikir sahibi olmadıkları birer fotoğrafa eşlik eden metinler yazdılar. Benim payıma düşen fotoğraf ve kaleme aldığım “Oyun” başlıklı öykü aşağıda.

“Bu akşam gelmelisin, senin için oynayacağım” demek için aramış.

Ayrılırken “Bir ilişki kaç yıl sürerse aşk acısı da o kadar ay sürer. Bizim acı üç ay sürecek demek. Üç ay konuşmayalım, rahat ederiz” demiştim yarı şaka yarı ciddi. Üç ayın ortasında aradı.

Niyeti anlaşmayı bozmak değilmiş. Ama bu akşam özelmiş. Gözünü karartıp küçük bir tiyatronun seçmelerine katılmasına, çocukluk hayali olan oyunculuğa adım atmasına ve hayatını değiştirmesine sebep olan o mektubu yazan kadınmışım ben, oyunu seyretmemi istemek en doğal hakkıymış.

Sabah işe gitmeden yazıp, ben çıktıktan sonra okuması için sehpaya bırakmayı âdet edindiğim onlarca mektubun birinden söz ediyordu. “Hayallerinden vazgeçme” falan, öyle ucuz laflar etmiştim halbuki. İnsan hayatını değiştirecekse bir bahane buluyor.

Akşam tiyatroya gittim. Soğuk, izbe bir mekana 20-25 kişi sıkıştık.

Oyun bir akıl hastanesinde geçiyordu. Deliler tımarhaneyi ele geçiriyor, bildik hikaye. Doktorları kovuyorlar, finalde hastanenin arşivindeki evrakları havaya saçıp ateşe veriyorlar.

Oyundan sonra kulise gittim. “Harikaydın. Biliyorsun, beğenmesem beğenmediğimi söylerdim” dedim. “Biliyorum” dedi. “Hele o sahne” dedim, “kağıtlar, alevler, oradaki çözülüşün, çöküşün…”

Gülümsedi.

Sahnede yaktıkları benim mektuplarımmış.

Puslu manzara

Hafızaya pek güvenmemek lazım.

Eski bir İstanbul Film Festivali’nde, Theo Angelopoulos’un “Puslu Manzaralar”ından çıktıktan sonra hissettiklerimi anlatmak istiyordum. Kafamdaki bu “sahne”de 17 yaşında bir gencim, Reks’ten çıkmışım, Kadıköy’e iniyorum. Öylesine yoğun, ilahi bir hisle doluyum ki içim içime sığmıyor, kafamı kaldırıp gökyüzüne, yıldızlara baktığımı hatırlıyorum.

O günün tarihini vermek için kitaplıktan festival kataloğunu çıkardım (1988’de gittiğim ilk festivalden bu yana tüm katalogları saklıyorum), 14 Nisan 1989 Cuma’ymış. Ama salon Reks değil, Emek.

O halde hatıram gerçeği tam yansıtmıyor. İki anıyı birleştirmişim, Kadıköy’e yürüme kısmı başka bir festivalden ve filmden kalma. Tornatore’nin “Herkesin Keyfi Yerinde”si olmalı. Bir sonraki sene mi? Kataloğa başvuralım. Hayır, 1991’miş.

“Puslu Manzaralar”ı anlatacaktım… Biraz geriden başlamalıyım.

Her sinemaseverin çocukluğunda ya da gençliğinde ona “Sinema, sandığımdan çok daha başka ve fazla bir şeymiş” dedirten bir film vardır. Beni ilk sarsıp sallayan ve ufkumu açan, TRT-2’nin meşhur sinema programlarında seyrettiklerim, özellikle de Taviani’lerin “Kaos”u oldu. Festival bu sayede girdi radarıma. 1988’de gittim ilk kez. Adı henüz Sinema Günleri o zaman. 89’da Festival olacak.

İşte o ilk festivalde izledim “Puslu Manzaralar”ı ve koltuğa çivilendim. TRT-2’de de “farklı” filmlere rastlamıştım ama bu başka. Kamera dakikalarca kımıldamıyor. Karakterler pek az konuşuyor ya da yeri geliyor, kapkaranlık bir ekranda yüzleri belirsiz iki kişi uzun uzun konuşuyor. Film görmek istediklerimizi saklıyor bazen, gözünü başka yere dikiyor. O güne dek izlediğim hiçbir filmin işlemediği kadar derine işliyor, nasıl yapıyorsa asıl yükünü derinlerinde taşıyor. Rüyada gibiyim. Yollara düşmüş bir kumpanya, helikopterin taşıdığı devasa bir taş el, sisler arasında bir ağaç… “Niye Almanya?” “Hayalini kurabilecekleri bir şey olsun diye.” Gözlerim doluyor, tek sebebi hikayenin dokunaklılığı değil.

Film bitiyor, sokaktayım. Sinema çok kuvvetli, çok sihirli bir şey, hayatımdan hiç çıkmamalı, diyorum.

İstiklal Caddesi’ndeymişim, Kadıköy’de değil. Olsun, neler hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum.

(FilmLoverss İstanbul Film Festivali Dergisi, 13 Nisan 2019)

Okuduğumuzu anladık mı?

1

Sene 2004. Anne Tut Elimi yayınlandıktan bir süre sonra İzmir’de bir liseden aradılar. Her yıl düzenledikleri bir edebiyat etkinliği için birkaç ilk veya ikinci roman seçiyorlarmış, çeşitli liselerden 200-250 öğrenci bu romanları okuyor, ardından yazarlar söyleşi için İzmir’e davet ediliyormuş. Öğrenciler ayrıca her roman için birer “bildiri” hazırlayıp söyleşiden önce sunuyorlarmış.

Davet ettiler, memnuniyetle kabul ettim fakat aklımda bir soru: 13-14 yaşında “çocuk”lar Anne Tut Elimi hakkında ne düşünür, kahramanı 11 yaşında olsa da roman onların uzağına düşer mi?

Birkaç ay sonra İzmir’e gittim. Söyleşiden önce öğretmenler odasında, etkinliği düzenleyen öğretmenlerle sohbet ederken psikoloji öğretmeni beni “Borderline bir kişiliği dört dörtlük tarif ettiğim için” tebrik etti. Sırf bu yüzden romanı o sene derste ek kitap olarak okutmuş.

Şaşırdım çünkü romanın kahramanı Ceren benim gözümde “borderline” değildi. Annesini erken yaşta kaybeden çocukların yaşayabileceği travmalar üzerine bazı okumalar yapmıştım ama Ceren’i sadece bu açıdan tanımlamak istememiştim. Ona arıza ya da armağan olarak görülebilecek bir özellik verip bunun farklı yorumlarını okura bırakmıştım. Demek bunu yaparken bir borderline portresi çizmişim.

Aynı öğretmen az sonra yanıma geldi. Öğrencilerin hazırladığı bildirinin okunmasına izin vermeyeceğini söyledi. “Neden” diye sordum.
“Kitabınızı metafizik bir açıdan değerlendirmişler.”
“Değerlendirsinler, ne var bunda?”
“Olur mu? Bilimsel yöntem dışında bir yol ve yöntemi kabul edemeyiz.”

Bir romanın (ya da herhangi bir sanat eserinin) tek bir yorumu olduğuna ve okurun/seyircinin/dinleyicinin görevinin onu ortaya çıkarmak olduğuna dair sarsılmaz inancımız nereden kaynaklanıyor bilmiyorum. İlkokulda karşımıza çıkan “Okuduğumuzu anladık mı?” sorularının etkisi mi acaba?

“Siz öyle değerlendirin, onlar öyle değerlendirsinler, bir sakıncası yok bence” dedim ve öğrencileri dinlemek istediğimi söyledim. Öğretmenin canı sıkılsa da isteğimi geri çevirmedi.

Az sonra toplantı başladığında gençlerin sunduğu bildiri, romanla ilgili o güne dek duyduğum/okuduğum, hadi “en güzel” demeyeyim, yazarken düşündüklerime en yakın yorumdu.

Yazdıklarıyla öğretmenlerini değil, oraya gitmeden önce “Ne anlayacaklar ki?” diye düşünen beni utandırmışlardı.

2

Anne Tut Elimi yayınlandıktan sonra okurlardan finaliyle ilgili çok soru geldi. Finalde Ceren’e ne oldu? Yaşıyor mu, öldü mü?

Okurun beklediği/umduğu kadar net cümlelerle anlatmamıştım herhalde, ancak kitabın sonu muğlak değildi benim için. Mutlu demek doğru olmaz ama “aydınlık” bir finaldi, o niyetle yazmıştım.

Yukarıda söz ettiğim söyleşinin ardından bazı öğrenciler gelip kitaplarını imzalattılar. Herkes gittikten sonra, diğerleri gibi 13-14 yaşlarında bir kız geldi, kitabını uzattı. Tuhaf bir ifade vardı yüzünde. Hüzünlü desem değil, karanlık desem değil. Yorgun belki. Yaşına rağmen.

Kitabı aldığımda sayfalarının arasından bir zarf düştü masaya. Kitabın arasında unuttu sandım, geri vermek istedim. “Sizde kalsın, içinde size yazdığım bir mektup var. Hemen okumayın ama, sonra okuyun” dedi. Gitti.

Okuldan çıktıktan sonra havaalanı yolunda ilk iş zarfı açtım. Bugün halen sakladığım mektupta şunlar yazıyordu:

13.01.05

Merhaba!
Ben kitabınızı çok ilginç buldum. Çok beğenmedim ama kötü de bulmadım.
Kitabın bölümleri geri gidiyordu. Ben hep merak ettim ve cevabı alamayacağıma göre hep merak edicem bu geriye sayımla Ceren’in bir sona mı? yoksa bir başlangıca mı? gittiğini.
Ben genellikle kitapları bir haftada onlarla yaşayarak okurum. Yaşamak derken; onların içine girip, olaylarda rol alıyormuş gibi değil, kitabı yemek yerken, televizyon seyrederken vb. okumaktan bahsediyorum.
Siz konferanstayken yazdım bunları, ben konferansa katılamadım (katılacak isimlerde yoktum) ve size biri hangi karaktersiniz diye sorduysa siz hepsiydiniz bence, biraz biraz hepsinden var sizde daha doğrusu onların hepsinde sizden az az var.
Ne anlatmak istediğinizi aşağı-yukarı anladım ama bu değişmeyecek, hayat böyle, çünkü ne biz kendimizi anlayacağız, ne başkası bizi anlayacak, ne tanrı ne de hayat…
Neyse artık öğretmende görmeden bu soruları bitiriyorum.

Mektubun girişinde “Hep merak edicem” dese de kitabın sonu pek çok okurun aksine onun için hiç de muğlak değildi. Niyet ettiğim aydınlığı görmüştü, “okuduğunu anlamıştı”.

Benimle aynı fikirde değildi sadece.

Tamer

1.

24 yıl önce tanıştım Tamer’le. Çeyrek asır diyorlar, o kadar olmuş.

O çeyrek asır içinde Tamer benim büyük abim de oldu, küçük kardeşim de; en iyi arkadaşım da, eski sırdaşım da; en sevdiğim öğretmenim de, artık dersine girmek istemediğim öğretmenim de. Bir ara aynı kadına aşık olup uzun dostlukların o gereğini de yerine getirdik. Arkadaşlığımız binbir renge girdi.

Ama Tamer en başta ve daima, bir tren rayında kendi halinde tıngır mıngır giden hayatımın karşısına çıkıp, öyle büyük bir iş yapıyormuş gibi de görünmeden, tak diye makası değiştiren adamdı.

2.

Üniversite 2. sınıftaydım, 21 yaşında. Sinemayı çok seviyordum, sinema üzerine yazılan bir şeyleri okumayı da. Bizim için sinema dergisi deyince Antrakt akla geliyordu o zaman. Bir de onun sinemalarda ücretsiz dağıtılan kardeşi Sinema Gazetesi.

Bir gün, üniversite yaz tatiline girmiş ya da girmek üzere, Atlas’tan Sinema Gazetesi aldım. İçerde bir köşede “Antrakt dergisi için çevirmenler arıyoruz” diye bir ilan vardı. Yaz tatilini geçirmek için bundan daha iyi bir fikir olamaz diye düşündüm (inektim biraz), işe başvurdum.

Başvuran çokmuş, her başvurana kısa bir metin verilip çevirmesi isteniyormuş, oradaki performansa bakılarak seçim yapılacakmış. Benim payıma John Ford’la ilgili bir makaleden bir bölüm düştü.

O dönem şöyle bir takıntım var: Türkiye’de filmlerin orijinallerinden çok farklı isimlerle gösterime girdiğini biliyorum, bir sinema yazısında filmin bu ismi kullanılmaz da orijinal ismi birebir Türkçeye çevrilirse ifrit oluyorum (manyaktım biraz).

Çeviriyi yaparken buna dikkat ettim, Larousse ansiklopedilerden, Atilla Dorsay’ın kitaplarından, yazıda geçen filmlerin vizyondaki isimlerini buldum. THE SEARCHERS’ın yanına “Arayıcılar” değil de ÇÖL ASLANI yazdım mesela. Ayrıntı ama benim için önemli.

Bir süre sonra Antrakt’tan aradılar, başvuranlar arasından 8-10 kişi seçmişler, hepsiyle birden çalışacaklarmış. Biri benim. (Aramızdan biri de daha sonra Bir Film’i kuracak, senaryosunu/romanını yazacağım SES’in ve KARIŞIK KASET’in yapımcılığını üstlenecek Ersan Çongar’dı.)

İşte orada, Antrakt ofisinde tanıştım Tamer’le. Başvuru sırasında hangi metni çevirdiğimi sordu, “John Ford’lu olanı” dedim. “Senin çeviride en çok neyi sevdim biliyor musun” dedi, “filmlerin ismini aynen çevirmemişsin, vizyondaki isimlerini bulmuşsun.”

Tamer’le işimin uzun süreceğini o sırada anlamalıydım.

3.

Bir ay geçti. Birkaç çeviri yapmıştım henüz, bir aya ne sığar? Tamer bir gün “Yazı işlerinde çalışmak ister misin?” deyiverdi.

Ben? Antrakt’ta? İbrahim Altınsay’ın, Serhat Öztürk’ün, Durul Taylan’ın, Uğur Vardan’ın ve Tamer Baran’ın yazdığı derginin yazı işlerinde?

“Gelen yazıları okursun, çevirileri elden geçirirsin” dedi Tamer. Her zaman olduğu gibi sakindi, kulak kabartmayı gerektiren, hafif bir ses tonuyla konuşuyordu. “Tabii” dedim ya, “tabii ki yaparım.” Benim okul da var ama. “Ayarlarız onu. Part-time gelirsin.”

Ne olmak istemediğimi bildiğim ama ne olmak istediğimi bilmediğim (daha doğrusu, olmaya cesaret gösteremediğim) için zoraki seçtiğim işletme bölümünü o an itibarıyla çöpe atmıştım.

4.

İki ay önce gazeteci köşelerinde yeni sayısını kovaladığım dergide çalışmaya başlamışım ya, bu sefer de bana bir gayret mi küstahlık mı geldi nedir, künyedeki ismim yetmiyor, illa istiyorum ki ben de yazı yazayım, altında imzam olsun. Başladım işten arta kalan zamanlarda yazı yazmaya.

Fakat küçük bir sorun var, yazıyı yazıyorum, çıkış alıp Tamer’e veriyorum, Tamer yazının üstüne kırmızıyla notlar alıyor, kıpkırmızı bir halde ve “İyi değil bu Uygar, yayınlanamaz” diyerek iade ediyor. İade etmekle kalmıyor, yanıma oturuyor, 5 sayfadaki 50 notu tek tek, tane tane, ezmeden, yardımcı olmaya çalışarak anlatıyor.”Burası bu yüzden kötü, şurası şöyle olabilirdi.”

Kendimi tanıyorum, normalde bu yorumlar yüzünden yıkılmam lazım ama yıkılmıyorum çünkü Tamer’in dediği her şeyi anlıyorum ve adam hepsinde haklı. (Bir tek, bir SLEEPLESS IN SEATTLE -Seattle’da Uykusuz değil SEVGİNİN BAĞLADIKLARI- yazısı vardı, onun hakkını yedi biraz. “Güzel yazıydı, yazık ettin” diye 25 yıl boyunca başının etini yedim, her seferinde güldük. Başta komik diye güldük, sonra uzun dostluğumuzun süregiden şakalarından biri olduğunu bilmenin mutluluğuyla güldük.)

Tamer’den dinlediklerimi uygulayarak yeni bir yazı yazıyorum, o da yayınlanmıyor. Bir tane daha, o da yayınlanmıyor.

Altı ay sonra, Michelle Pfeiffer’a bir aşk mektubu yazdım, “Bazıları Sıcak Sever” başlığıyla. “Bu güzel olmuş” dedi, “bunu yayınlayalım.”

Ben yayınlanmamaya alışkınım, önce yadırgadım. Sonra baktım sayfası çizildi, fotoğraflarını seçtik, matbaaya gitti, yayınlandı. Dergi geldiğinde, Tamer o ay kaleme aldığı başyazıda, “Bu sayımızda yeni bir imza göreceksiniz”, “Genç arkadaşlarımızla gurur duyuyoruz” diyerek benden söz ediyordu.

Sevmediği şeyler kadar sevdiği şeylerin altını da kırmızıyla çizmeyi seven bir adamdı.

5.

Bir yıl sonra derginin penceresiz, karanlık toplantı odasında oturuyorum. “Genç sinema yazarı” sayılırım artık. Allak bullağım, üniversite arkadaşlarım çatır çatır işe giriyorlar, ben o işlere girmek istemiyorum, ne işlere girmek istiyorum belli değil. Kafam karışıktı zaten, Antrakt ve Tamer iyice karıştırdı.

Tamer geliyor. “Sinan Çetin” diyor, “bir hikayesi varmış” diyor, “senaryo yazdırmış, beğenmemiş, yenisini yazdırmak istiyor” diyor, “Uygar yapar dedim, senin adına anlaştım”.

Boş boş bakıyorum Tamer’e.

İzlediğim filmler ve merak edip okuduğum üç beş senaryo dışında senaryo yazarlığıyla alakam yok. Öyle bir hayalim yok, hayal etme cesaretim de yok. “Naptın abi” diyorum, “yapamam ki ben”. “Yaparsın yaparsın” diyor, “güzel de yaparsın, yapabileceğini bilmiyorsun sadece.”

Yaptım mecburen.

Sonra birlikte senaryo yazmaya başladık. Dünkü çocuk demedi, ben tuttum elinden demedi, eşitim olarak oturdu masanın karşısına. Beni eşiti gibi davranmaya, düşünmeye zorladı. İki yıl sonra KARIŞIK PİZZA’nın ilk draft’ını bana yazdırdı.

KARIŞIK PİZZA 1998’de gösterime girdi. Afişinde ismimiz yan yanaydı.

6.

Ondan önce AY IŞIĞINDA SAKLIDIR var Tamer’in yazdığı, onu atlamayayım.

Sene 96 olmalı. Bir televizyon filmi yazdı Tamer, baş karakterine Uygar adını verdi. “Bu adam yuppi, havalı, agresif, kontrolsüz, bilmemne, benim tam tersim. Niye Uygar diyorsun, ayıptır” diye sitem ettim, kih kih güldü. Filmdeki Uygar reklamcıydı üstelik, ne alaka.

Bir yıl sonra bir reklam ajansında yazarlık yapmaya başladım.

Öngörülü adamdı vesselam.

7.

“Nevi şahsına münhasır” lafının en çok yakıştığı insanlardandı.

Beyoğlu’nun gözlerden uzak bir sokağında, küçük bir evde, çay, sigara, kitap, film ve müzikten ibaret bir hayat sürdü yıllarca.

Askerlik meselesinden ötürü dışarı pek çıkmazdı, özellikle akşamları. Ama ben sonraları bu meselenin onun işine yarayan bir bahane olduğunu düşündüm. Evinde çayı, sigarası, kitapları ve kasetleriyle mutluydu. Dışarısı ona bir şey vermiyordu. Hele bir de arkadaşları ziyarete geliyorsa değmeyin keyfine. 24 saat demlenen çay eşliğinde 24 saat süren muhabbet.

Evi dergah gibiydi bir ara. Gelenler çıkmakta olanlarla denk gelir, randevular diğerlerinin gidiş geliş saatlerine göre verilir, farklı ekipler zaman içinde birbirleriyle kesişir, oradan başka dostluklar çıkardı. Tamer’in merkezinde olduğu dev bir çemberin içindeydik.

8.

Bir şeyi sevdi mi hayatına öyle dahil ederdi ki, bir bakmışsınız o şey hayatını kuşatmış.

Diyelim bir Zeki Müren albümü dinlerdi. O güne dek tarihini yazacak denli sıkı bir rock müziği dinleyecisiyken birden Türk Sanat Müziği’ne takılır kalırdı.

Bir hafta sonra evde, sahaflardan (cebindeki tüm parasını yatırarak ve icabında borçlanarak) aldığı yüz tane TSM kaseti olduğunu ve Türk Sanat Müziği’ne kısaca TSM demeye başladığını görürdünüz. Bir ay sonra TSM tarihindeki farklı gelenekleri, bestecileri, makamları anlatmaya, filanca şarkının tüm yorumlarını peşisıra dinletmeye başlamıştır. Ardından sizi TSM’yle yeterince ilgilenmediğiniz konusunda uyarmaya başlardı, orada “Abi tamam” demek icap edebilirdi.

Evinden beş saatlik bir sohbetin izleri, kolunuzun altında size ödünç verdiği (ya da armağan ettiği), “mutlaka okumanız/dinlemeniz/izlemeniz gereken” kitaplar ve kasetlerle çıkardınız, kapıda da bir saat “bundan sonra yapmanız gereken” ödevlerinizi dinlerdiniz.

9.

Ezeli ve ebedi bir öğretmen ve öğrenciydi Tamer. Dünyaya anlamak ve anlatmak için gelmiş gibiydi. Yeni bir şey öğrendiğinde ve bunu yanındakilere anlattığında gözlerinde beliren heyecanın eşini başka hiçbir zaman görmedim.

Yapmaktan çok bilmeyi önemserdi sanki.

Bu yüzden mi bilmem, başlamayı çok severdi ama sonunu getirmeye o kadar meraklı değildi. Bir şeyi anladığı, bildiği zaman heyecanı da sönüyor, gerisi o kadar ilgisini çekmiyordu. Yeni şeyler öğrenmek varken.

UÇURUM adını verdiği bir romanı, uzun zaman bölük pörçük uğraştıktan sonra 2000’lerin ortasında bitirdi. O sırada Doğan Kitap’tan iki romanım yayınlanmıştı. Tamer’i güç bela Doğan’daki editörümle tanıştırdım, kitabı ona vermesini sağladım.

Editörümüz kitabı okudu, çok beğendi, birkaç ufak tefek öneride bulundu. Tamer önerilere hak verdi ve yapacağını söyledi. İstese bir ay içinde yapıp bitireceği düzeltmelerdi bunlar. Hiçbir zaman yapılmadı, bitirilmedi.

“Şunarı bir halletsen kitap üç ay sonra rafta olacak” diyordum, geçiştiriyordu. O sırada yeni bir senaryoya başlamıştı, bir senaryo atölyesini hayata geçirmek istiyordu veya kadim Hint metinlerini hatmekteydi kimbilir. “Bu roman yayınlanırsa çok ünlü olacağım gibi geliyor, çok ünlü olmak istemiyorum” der, o çocuk gülümsemesiyle kih kih gülerdi.

İçinde 10 yaşında bir çocuk ve 100 yaşında bir bilge yaşıyordu aynı anda.

10.

KARIŞIK KASET’teki Ulaş’ın babası Ali’de benim babam vardı bolca, bunu biliyordum. Romanı yazarken şaşkınlıkla ve ürpererek fark ettim ki Ali’de bir tutam Tamer de var.

Ulaş babasından “Babamın içinde çok yaşlı bir adamla çok küçük bir çocuk yaşıyor. Akranı yok.” diye bahsederken biraz da Tamer’den bahsetmekteydi.

Tamer’in bana abi, kardeş, öğretmen, meslektaş, yoldaş kadar biraz çocuk biraz da baba olduğunu o zaman fark ettim.

11.

Onunla Taksim’de çay içmek güzeldi.

Bin yılda öğrenemeyeceğiniz şeyleri bir güne sıkıştırmak…

Videoya bir kaset atıp, konuşa konuşa, didikleye didikleye, iki saatlik filmi sekiz saatte bitirmek…

ACE VENTURA 2’nin tüm zamanların en iyi komedi filmlerinden biri olduğu konusunda hemfikir olup filmden alıntılar yapmak…

AY IŞIĞINDA SAKLIDIR’ın finalindeki şarkının kaydı olmadığı için, filmin video kasetini takıp arka jeneriğine gidip, şarkıyı dinlemek… “Bu kadın kim, ne güzel söylüyor” demek… Üç ay sonra o kadının KADIN adlı albümü çıkınca Şebnem Ferah olduğunu öğrenmek güzeldi.

Binbir konuda binbir şey öğretip, kah isteyerek kah istemeden onlarca hayat dersi verip gitti.

12.

Çeyrek asır olunca aramıza küskünlükler de girdi. Dönüp bakıyorum 25 yılda ben nereden baksan üç farklı adam oldum, Tamer’de de en az iki adam sayabilirim. Bu yeni adamlar birbirleriyle eskiler kadar iyi anlaşamayabiliyorlardı, doğal.

Ama benim için Tamer hep o tren raylarında beklenmedik şekilde karşıma çıkan, aklımı ve yüreğimi okuyup kendi hakkımda bilmediklerimi görerek ve sakince gülümseyerek yolumu değiştiren adam olarak kalacak.

Bugün onun için AY IŞIĞINDA SAKLIDIR dinleyeceğim, ACE VENTURA 2’nin düello sahnesini ve CAST AWAY’in finalini izleyeceğim.

Ölmek biraz da CAST AWAY’in finalinde Chuck Noland’ın durduğu yerde durmaktır diye düşünmek istiyorum.

Umarım gittiği yerden bakıp bu yazıyı da kırmızıya boyamıyordur.

Scorsese ve inanç

Scorsese’de inanç, huzur ya da teslimiyetle değil kavgayla eşanlamlı. Üstelik kavganın pek çok cephesi var: Kişinin kendisiyle kavgası (Yeterince inançlı mıyım? İyi bir dindar mıyım?), Tanrı’yla kavgası (Benden ne istiyorsun?) ve modern hayatla kavgası (İnançlı biri olarak böyle bir zamanda, böyle bir ülkede yaşamayı nasıl becerebilirim?).

İtalyan Katolik bir aileden gelen ve çocukluğunda rahip olmayı hayal eden Scorsese’nin sinema macerasında bu arayış kendini pek çok biçimde gösterir. En çok da İsa’nın hikayesi biçiminde.

Scorsese, İsa’nın hayatını konu alan The Last Temptation of Christ/Günaha Sonthe last temptation Çağrı‘da, hem sorularına cevap hem de suçluluk duygusuna teselli arıyor gibidir. “İsa bile kendinden, Tanrı’dan ve üzerine düşen görevden şüphe ettiyse… O bile çarmıhta ‘Beni neden bıraktın?’ diye sorduysa… Şeytan ona da musallat olduysa…” Hollandalı Kalvinist bir aileden gelen ve çocukluğunda rahip olmayı hayal eden senaryo yazarı Paul Schrader da bu arayış için ideal bir yol arkadaşıdır.

Scorsese filmlerinde İsa’nın kendisi yoksa bile İsa’ya benzeyen ya da benzemeye çalışan karakterler vardır. Mean Streets/Arka Sokaklar’ın Charlie’si mafya tarafından yönetilen New York mahallesi Little Italy’de (Küçük İtalya), tüm o gangster, katil ve dolandırıcıların arasında İsa gibi davranmaya çalışır. Anlaşmazlıkları konuşarak gidermeye, ihtiyacı olan herkese yardım etmeye çabalar. İsa’nın sözlerinden alıntılar yapar. Ama hiçbiri işe yaramaz. Küçük İtalya’da, sokaklarda İsa’ya yer yoktur.

Bizzat o mahallede büyüyen ve o sokakları gördükten sonra “Buralar rahip olunacak yerler değil” deyip rahiplik hayalinden vazgeçen Scorsese’nin sesi bu hikayede net bir şekilde duyulur. Öyle ki Charlie’yi Harvey Keitel canlandırır, fakat Charlie’nin iç sesinin dublajını Scorsese yapmıştır.

Cape Fear/Korku Burnu‘ndaki Max Cady de İsa’vari bir karakterdir ama İsa’nın yoldan çıkmışı. Ya da zorla yoldan çıkarılmışı.

cape-fearbehind-scenes

Avukatı Sam Bowden’ın sakladığı bir belge yüzünden 14 yıl hapis yatan Max, tahliye olunca intikam almak üzere Sam’i ve ailesini bulur. Önceleri kimin iyi kimin kötü olduğu çok net görünse de yavaş yavaş iyilerin o kadar masum olmadığı anlaşılır. Sam’in ailesi aracılığıyla modern toplumun ve aile kurumunun sakladığı, bastırdığı, yok sayıp dışarı attığı “ilkel”likleri görürüz. Max, ve dolayısıyla İsa, toplumun safrasıdır artık. İsa da bu yüzden şeytana dönüşmüş gibidir. Tanrı’nın isyan eden meleği. Bir intikam meleği.

Buradan bakınca Taxi Driver/Taksi Şoförü‘nün (yazarı yine Schrader) Travis Bickle’ı da Charlie ile Max’in karışımı gibidir. Charlie’nin saflığıyla bakar dünyaya ve Max gibi pislikleri temizlemeye çalışır. Yöntemleri farklı olsa da sonları değişmeyecektir: Üçü de başarısız olur. İyi ihtimalle pes eder, kötü ihtimalle ölürler.

Scorsese arada soluklanıp Kundun‘la başka bir coğrafyaya ve inanca bakar. Amerika’da ve Hristiyanlıkta bulamadığı huzuru, Tibet’te ve budizmde arar sanki. Fakat Dalai Lama’nın hayatını anlatırken bu kez de onun en büyük kavgasını, Çin ve Mao’yla mücadelesini anlatmayı seçer. Barışa karşı şiddet, mütevaziliğe karşı büyüklük, ruha karşı madde.

Çin ordusu Tibet’i işgal ettikten sonra sokaktan avaz avaz marşlar yükselirken Dalai Lama “Sessizliğimizi elimizden aldılar” diyecektir. Sessizlik değerli olan her şeyin, Tanrı’nın, inancın ve huzurun simgesidir. İçindeki kavgayı susturmak isteyen Scorsese’nin ta en başından beri aradığı şey.

Scorsese’nin 20 yıldır çekmeye çalışıp bir türlü hayata geçiremediği ve Japonya’ya giden iki Cizvit rahibin hikayesini konu alan filminin adının Silence (Sessizlik) olması bütün hikayeyi özetlemiyor mu?

Scorsese ve erkeklik halleri

Scorsese çocukluğunda ağır bir astım geçirir ve o dönemde evden pek çıkamaz. Pencereden sokağı seyretmeye ve televizyonda film seyretmeye mahkûmdur. Sokakta irili ufaklı gangsterleriyle Little Italy (Küçük İtalya) vardır, televizyonda ise dönemin Hollywood ve İtalyan filmleri.

Scorsese sinemasının erkeklik hallerine, bu çocuğun bakışındaki ikirciğin hakim olduğunu düşünüyorum. Filmlere ve filmlerle ilgili kitaplara gömülmüş, “entel” ve çelimsiz çocuğun sokaktaki erkeklere bakışındaki ikircik. Bir yanda o erkeklerin cesaret ve gözükaralığına duyduğu hayranlık, kurmaca bir hayatı değil gerçek bir hayatı yaşamalarına yönelik kıskançlık. Diğer yanda bunların boş işler olduğuna, hayatın onun için sokakta değil bir “hayal perdesi”nde anlam kazanacağına dair bir inanç/bilgi.

Scorsese’nin en otobiyografik filmi Mean Streets/Arka Sokaklar‘ın mean_streetskahramanı Charlie, hiç sokağa ait gibi görünmeyen bir sokak çocuğudur. Filmin adındaki “mean” sokakların kötü olduğunu ve “yaramaz çocukların” mekanı olduğunu söyler. Charlie, tıpkı Scorsese gibi, hayatını o sokaklarda geçirebilecek kadar yaramaz değildir.

Goodfellas/Sıkı Dostlar denince akla James Conway (Robert De Niro) ve Tommy DeVito (Joe Pesci) gelse de film aslında Henry Hill’in (Ray Liotta) hayatını takip eder. Anlatıcı Henry’dir. Hikaye onun hikayesidir. Ve film, Little Italy’deki evlerinin penceresinden sokağa bakan Henry’nin gözleriyle ve “Kendimi bildim bileli gangster olmak istedim” diyen sesiyle açılır. Sonra kamera döner, sokağı ve fiyakalı arabalarıyla oraya gelen gangsterleri bulur. Daha ilk sahneden, bakışın sahibi olan çocuğun hayranlığıyla baktığı mafya adamlarını sabitler. Ardından, çocuğun hayran olduğu adamlar arasına girişini, yükselişini, düşüşünü ve çöküşünü anlatır.

Henry onlar gibi olamayacağını anlar ama Charlie’nin aksine 25 yıl kaybetmiştir. Sıkı Dostlar bir bakıma, daha yolun başında o sokaklara ait olmadığını anlayıp başka bir yol tutan ve sinemaya yönelen Scorsese’nin “Ucuz atlattık” deyişinin hikayesidir.

goodfellas

Ama ikircik sürer. Sokaktaki erkeklerin “gerçek erkek”, “tam erkek” olduğu şüphesi ve bunun getirdiği tedirginlik de hissedilir Scorsese’nin filmlerinde. Cape Fear/Korku Burnu‘ndaki Max Cady 14 yıl hapiste yatmış bir katil ve tecavüzcüdür ama kaslarından, libidosundan ve pervasızlığından gelen kuvvetle “erkek gibi erkek”tir. Avukat Sam Bowden ise kültürlü, zengin ve statü sahibidir ama korkaktır, fazla naziktir, “hanım evladı”dır. (Kısa boylu, zayıf, motor hızıyla konuşan, 70 yaşında bile çocuksu Scorsese gibi?)

Gelgelelim, bu düşünce de kalıcı olmaz. Nezaket ve medeniyet zayıflık sayılır ve erkeklik güçle tanımlanırken, daha sonra bu gücün hızla cinayet ve tecavüze dönüştüğü anlaşılır.

Taxi Driver/Taksi Şoförü‘nde bir restoranda Travis’in karşısında oturan Betsy’nin gözlerinde de benzer bir ikircikli bakış vardır. Travis’te gördüğü çocuk saflığına hayrandır. Ancak “saflık” derken cahillik ve aptallığı da kastetmektedir. Hayretle Travis’e bakarken “Bana Kris Kristofferson’ın bir şarkısını hatırlatıyorsun” der, “Biraz gerçek biraz kurmacasın / Yürüyen bir çelişkisin”.

Bu bir bakıma Scorsese’nin çocukluğunda yaşadığı çelişkidir. Pencereden gördüğü gerçekle televizyonda gördüğü kurmaca arasındaki çelişki. Sinema ise bu ikisini birleştirdiği, sokaktaki hikayeleri televizyondaki sinema aracılığıyla anlattığı yerdir. Çelişkileri çözememiştir belki, ama onları bir arada tutabilmeyi, kavrayabilmeyi ve kurcalayabilmeyi başarmıştır.

Otobiyografik ama sandığın gibi değil

1.

Yazdığınız romanların yayınlandığını nasıl anlarsınız?

Okuyanlar “Kitap otobiyografik mi?” diye sormaya başlar.

2.

İlk romanım Anne Tut Elimi yayınlandıktan sonra katıldığım söyleşide bir okur sordu: “Kitapta anlattıklarınızı siz mi hayal ettiniz yoksa otobiyografik mi?”

Hadi buyur.

Okumaya devam et

Karışık Kaset: twitter ve instagram’dan seçmeler

Okumaya devam et

Kitabı kadar iyi: Sevdiğim 14 edebiyat uyarlaması

Edebiyattan uyarlanan filmlere “Kitabı daha iyiydi” demek âdettendir. Değişiklik olsun diye “En az kitabı kadar iyi” diye düşündüğüm filmlerden söz edeyim.

Bu bir “en iyiler” listesi değil (hatta bazı çok iyi filmleri, adları bu bahiste hep anıldığı için listeye dahil etmedim), uyarlama üzerine konuşmak için iyi malzeme sunduğunu düşündüğüm filmler.

1) Beyaz Geceler / Le Notti Bianche (Luchino Visconti, 1957)

le notti bianche

Ne Dostoyevski’nin en iyi kitabı, ne de Visconti’nin en iyi filmi. Hikayeye önemli değişiklikler, yenilikler getiren bir uyarlama da yok karşımızda.

“Peki ne var?” derseniz, efsanevi görüntü yönetmeni Giuseppe Rotunno’nun görüntüleri var. Bu filmi, yönetmen ve oyuncuların mükemmel performansları bir yana, Dostoyevski’yi sinemaya uyarlarken karakter ya da diyalogdan öte ışıklar ve gölgeler üzerine düşünmek gerektiğini gösterdiği için seviyorum. Okumaya devam et