Engin Ertan’la birlikte The Act of Killing-Öldürme Eylemi’nin yönetmeni Joshua Oppenheimer’la yaptığımız söyleşi

Öldürme Eylemi‘ni yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
2001’de, daha sonra The Globalization Tapes adını alacak bir belgeselin çekimleri için Endonezya’ya gittim. Film sendika kurma mücadelesi veren tarım işçileri hakkındaydı. Çekimler sırasında işçilerle görüşürken karşımıza çıkan en büyük engel işçilerin hissettiği derin korkuydu. Hepsinin anne-baba ya da büyükanne ve büyükbabaları1965 öncesinde sendika üyesiymiş, 65’deki askeri darbenin ardından ya öldürülmüşler ya da hapse atılmışlar. İşin tuhafı, cinayetlerin sorumlusu olan çetelerin üyeleri, işçilerle aynı köyde yaşıyorlardı… Endonezya’da bir milyon kişinin öldürüldüğü 1965-66 soykırımından bu şekilde haberdar oldum.
Ancak filminiz darbe ve soykırımın tarihçesini konu almıyor.
Hayır. Beni asıl ilgilendiren, o yıllarda yaşanan korku ve dehşetin bugün halen Endonezya’da hüküm sürüyor olmasıydı.
Öldürme Eylemi‘nin merkezinde neden dönemin kurbanlarından biri değil de katillerinden biri var?
Böyle planlamamıştım aslında. Katliam kurbanlarının çocukları ve torunlarıyla röportajlar yapıyordum. Film bu röportajlardan oluşacaktı. Ancak görüşmeler sırasında sürekli polisin, askerin ya da komşu evlerde yaşayan katillerin müdahaleleriyle karşılaşıyorduk. Bir iki kez ben ve ekip arkadaşlarım tutuklandık. Daha önemlisi, görüştüğümüz kimselerin hayatlarını tehlikeye atabilirdik. Bunun üzerine bölgedeki insan hakları örgütlerine danıştık ve “Ne yapalım? Çekimleri durduralım mı?” diye sorduk. Ağız birliği etmişcesine “Hayır, devam etmelisiniz. Bu bizim için ve ülkemiz için çok önemli” dediler. The Globalization Tapes‘in ana karakteri olan kadın ise kurbanlar yerine katillerle konuşmamı önerdi. “Çünkü yaptıklarıyla övünecekler ve gururla anlatacaklardır” dedi.
Sonuç tam da onun öngördüğü gibi olmuş.
Evet. Katillerin o korkunç cinayetleri uluorta, göğüslerini gere gere anlatmalarını belgelediğimde, Endonezya’daki dehşetin ve ikiyüzlü sessizliğin çok daha iyi anlaşılacağını söylemişti… Öldürme Eylemi‘nin çekimleri boyunca kendimi asla Endonezya’ya film yapmaya gitmiş Amerikalı bir sinemacı olarak görmedim. Kurbanların çocuklarına ve Endonezya’daki insan hakları aktivistlerine, ülkelerindeki sessizliği kırmak için yardım eden biri olarak gördüm.
Filmin baş karakteri Anwar’la tanıştığımızda onun bir istisna olduğunu düşünürken, daha sonra onun Endonezya toplumunun halini yansıttığını anlıyoruz. Sizin için de süreç bu şekilde mi gelişti yoksa filmi kurgularken mi böyle bir yola gittiniz?
Film birkaç istisna hariç kronolojik bir şekilde ilerliyor. Örneğin, devlet görevlileriyle oldukça geç bir aşamada görüştüm çünkü filmi engelleyebileceklerini düşünüyordum. Fakat tanışınca, onların da hiçbir şeyi saklamaya gerek görmediklerini anladım… Gençlik ve Spor Bakanı’nın durumu farklıydı. O kendiliğinden çıkıp geldi sete. 5 yıl süren çekimler boyunca korktuğum tek gün o gündü. “Acaba ne diyecek, ne yapacak?” diye düşünüyordum, çünkü Gençlik ve Spor Bakanlığı tamamen kamuflaj amacıyla uydurulmuş bir isim. Aslında kendisi “Pancasila” adlı paramiliter gençlik örgütünün başı. Önce “Bizi böyle gösteremezsiniz” gibi şeyler söyledi ama sonra filmde gördüğünüz gibi “Yine de bu görüntüleri filme koyun. Neler yapabileceğimiz bilinsin” dedi.
Anwar ve arkadaşlarının cinayetleri birer film gibi canlandırması fikri nasıl ortaya çıktı?
Filmi yapmaya koyulduğumda bu adamları kötülüğün cisimleşmiş hali olarak görüyordum. Onlar birer canavardı ve ben de bu canavarları aramak üzere yola çıkmıştım. Ancak karşımda canavarlar değil insanlar buldum. Hepsi sizin benim gibi insanlardı. O zaman şunu sormaya başladım: Bu insanlar işledikleri cinayetler hakkında ne hissediyorlar?.. Anwar görüştüğüm 41. kişiydi. Bu 41 kişinin tamamı cinayetleri böbürlenerek ve tüm ayrıntılarıyla anlatınca, üstelik “Keşke arkadaşlarımı da çağırsaydım. Keşke silahları da getirip gösterseydim” diye hayıflanınca, bu hikayeleri dramatize edecek bir araca ihtiyacım olduğunu düşündüm. Anwar ve arkadaşlarına ne kadar çok alan açarsam gerçeğe o kadar yaklaşacağımı fark ettim ve onlara, anlattıklarını canlandırmalarını önerdim. Gerçeği yansıtan bir belgesel değil, gerçeğin bugün nasıl tahayyül edildiğini yansıtan bir belgeselin peşine düştüm.
Bazı söyleşilerinizde canlandırmadan bir metod olarak söz ediyorsunuz. Nedir bu metodun özellikleri?
Kökenleri “cinéma vérité”nin kurucusu Jean Rouch’un fikirlerine dayanıyor. Rouch insanların kendi hayatlarını canlandırması aracılığıyla, o insanların kendilerini nasıl gördüklerini anlayabileceğimizi söylemişti… Belgesel sinema görüneni belgelemekten öteye geçip, gündelik hayatımızın görünmeyen kısımlarını görünür kılmalı. Hepimiz kendi dünyamızı hikayeler aracılığıyla kuruyoruz ve hikayeleri bazen hayatımızın hazmedilmesi zor gerçeklerinden kaçmak için kullanıyoruz. Kaçtığımız gerçeklerden biri de hepimizin insan olduğu. “Öldürme Eylemi”ni izleyen seyirciler de filme birtakım canavarları görmek için geliyorlar ama sonra onların birer insan olduğunu görüyorlar. Tabii görmeye dayanabilirlerse. Dayanamayanlar filmden çıkıyor. Gösterim sırasında en çok seyircinin salondan çıktığı ülkenin Türkiye olduğunu da söylemeliyim. Kötü insan diye bir şey olmadığını, kötü şeyler yapan insanlar olduğunu kabullenmek kolay değil. Arada büyük fark var. İkincisini kabul ettiğinizde sevgi ve empati duymanın yolu açılıyor. Bunu başarmış toplumlar var. Örneğin ben Amerikalıyım ama Danimarka’da yaşıyorum ve buranın Amerika’dan çok daha iyi bir yer olduğunu düşünüyorum. Fakat unutmayalım, Danimarkalıların mutluluğu da Çinlilerin acısı üzerine inşa edilmiş durumda. Global bir yamyam sofrası kurulmuş ve hepimiz bu ziyafette birer konuğuz. Anwar da, biz de.
Anwar ve arkadaşları o yıllarda bir sinema salonunda çalışmışlar. Bu bir tesadüf mü yoksa “preman” adı verilen çeteler bu işi mi yapıyormuş?
Evet, o dönem her sinema salonunun bir gangster çetesi var. Orada çalışıyorlar, bilet kesiyorlar, gösterilen filmleri seyrediyorlar, sonra gece yarısı yolun karışısındaki ofiste insanlara işkence edip öldürüyorlar. Sinemalarda çalışmalarının bir sebebi, bu işin cinayetleri örtbas etmek için iyi bir kılıf olması. O dönem Endonezya solunun Amerikan sinemasına boykot çağrısı yapmasının da etkisi var. Bu çeteler sinema salonlarını ve Amerikan filmlerini korumayı kendilerine görev edinmişler. Ekonomik gerekçeler de var kuşkusuz. Anwar katıldığı bir televizyon şovunda en sevdiği filmin “On Emir” olduğunu söylüyor. Sunucu “10 emirin birincisi ‘Öldürmeyeceksin’i sürekli ihlal ederken bu filmi sevmeniz ilginç” deyince, “İyi para getirmişti” diyor… Anwar ve arkadaşları Amerikan filmlerini hayranlık derecesinde sevmeleri filme başka bir boyut ekliyor. Gençliklerinde izledikleri Amerikan filmlerinden öylesine etkilenmişler ki işledikleri cinayetleri eski kara filmler veya western’lerinden unutamadıkları sahnelere benzeterek canlandırdılar. Böylece içerikle biçim arasında beklenmedik bir uyum oluştu.
Filmlerin insanları şiddete ittiğine dair bir kanı var. Bu açıdan baktığınızda, Anwar ve arkadaşlarının Amerikan filmlerinden bu denli etkilenmeleri ve o filmlerdeki şiddet sahnelerini taklit etmelerini nasıl görüyorsunuz?
Anwar bu filmleri seyretmemiş olsaydı insanları öldürmenin başka bir yolunu bulurdu diye düşünüyorum. Endonezya’nın köylerinde yaşayan katiller hayatlarında tek bir film bile seyretmemişlerdi, yine de binlerce insan öldürdüler. Sinemadan öğrenecekleri karmaşık yöntemlere ihtiyaçları yoktu, bir satır alıp insanların kafasını kestiler… Katillerin tümü kendileriyle işledikleri cinayet arasına bir mesafe koymaya çalışır. Bir insansız hava aracını idare eden biri bunun için oyun konsoluna benzer bir düzenek kullanır. Endonezya’nın köylerindeki katiller alkolü kullanıyorlardı. Anwar ise filmleri kullanıyor. Önemli olan yöntem değil, bu insanların neler yaptığı. Düşünün ki Anwar kendisine ilham veren filmler arasında bir Elvis Presley müzikalini sayıyor. Elvis Presley filmleri pek kanlı filmler değiller. Bence Anwar’ın yolculuğunu ilginç kılan tam da bu: Filmler aracılığıyla işlediği cinayetlerden uzaklaşmaya çalışıyor, fakat o filmler ve canlandırmalar Anwar’ı yaptıklarıyla yüzleştiriyor.
Anwar’ın filmi bir psikodrama gibi kullanıp kendini affetmeye ve affettirmek için çaba sarf ettiğini düşünmüyorsunuz o halde.
Bunu yapmaya uğraştı ama ben izin vermedim. Hatta o kadar uğraştı ki bir sahnede kurbanlardan birini canlandırdı ve daha sonra o sahneyi seyrederken “Onların ne hissettiğini anladım” dedi. Ben de “Hayır Anwar” dedim, “Sen sadece taklit yapıyordun, onlar gerçekten öldüler…” Kaldı ki Anwar’ın bu gerçeklikten kaçabilmesi zaten mümkün değildi. Benliğini ve hafızasını işgal eden hayaletlerden kurtulmayı denemesi boşunaydı, çünkü artık kendisi bir hayalete dönüşmüştü. Geçmişinden kurtulamazdı, geçmiş onun bir parçası haline gelmişti.
Nisan 2013’te Sinema dergisinde yayımlandı