Tag Archives: altyazı

Geride kalan

Altyazı’nın 118. sayısının kapağında “Tatil Kitabı”ndan bir kare (sırtında çantası, üzerinde önlüğüyle uzaklara yürüyen bir çocuk), fotoğrafın üstünde “Seyfi için…” notu, içerde ise Mithat Alam Film Merkezi ve Altyazı’nın çekirdek kadrosunun, en yakın dostlarından biri olan Seyfi Teoman için kaleme aldıkları yazılar var.

“Şu an bizim için yönetmen Seyfi Teoman’dan söz etmek, onun sinemasını değerlendirmek imkansız. Her birimiz ancak kendi Seyfi’mizden bahsedebiliriz” diye başlıyorlar söze. Ama bu kişisel tanıklıkları, anıları okuduğunuzda, ilk bakışta görünenden farklı bir anlama da geldiklerini seziyorsunuz (iyi yazılar, filmler, şarkılar yapar bunu bazen).

Fırat Yücel, Seyfi’yle ilk tanıştıkları günlerden ve aralarındaki farktan söz ediyor. O dönemde yaşadığı kararsızlığı “hayatta yapılacak her şeyin, başka başka yapılabilecek şeylere engel olacağı duygusu” ve “onu bunu yapacaksın da ne olacak” böbürlenmesi olarak, Seyfi’nin netliğini ise “çelişkileri ve çaresizlikleri kabul etmenin de ötesinde, onları yanında taşıyarak, onlarla yaşamak” diye tarif ediyor.

Senem Aytaç, Seyfi’nin şiir sevgisini anlatıyor ve ondan öğrendiği bir şiirden bir dizenin altını çiziyor: “Hikayeler anlatan hikayeleriz biz, hiç”.

Enis Köstepen “kusursuz anlatılara karşı” olmasından; Övgü Gökçe Seyfi’yle paylaştığı görünürde kısa süren bir yolculuğun, sinema ve şiirin yardımıyla nasıl sonsuza uzadığından; Zeynep Dadak kayıptan, kaybetmekten ve her kaybetmenin erken olduğundan; Seyfi ise kendi söyleşileri ve yazıları aracılığıyla sinemadan ne anladığından (mesafeli olmak, çerçevenin dışında olanlara işaret etmek, çemberi kapamamak, kurallara değil hayata sadık olmak) söz ediyor.

Sonra, bütün bu sözler arasındaki bağlar dikkatinizi çekmeye başlıyor. Fırat, Seyfi’nin bir şeyleri hararetle savunup diğer yandan da o fikirlerden kolayca vazgeçmesinden bahsederken bunlar size “soyut” göründüyse Seyfi’nin Lodz’daki sinema okulunda neyi sevdiğine göz atın: “Sevdiğim diğer bir özellik ise tüm dersleri iki hocanın aynı anda, birbirini tamamlayarak ya da birbiriyle tartışarak anlatması.”

Bir bakıyorsunuz bu cümle orada da kalmıyor, geri dönüp Seyfi’nin diğer yazılarda anlatılan karakterini de açıklıyor. “Dışarda” tartışmaktan kaçınmayan bir insanın, “içerdeki” çelişkilerini taşıması ve onlarla birlikte ilerlemesi doğal değil mi?

Enis’in anılarında Seyfi’nin sinemasının izleri; Zeynep’inkilerde “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”in tohumları; Övgü’nünkünde sinema, şiir, yolculuk ve kayıp arasındaki bağ; Emin Alper’in anlattıklarında “çelişkilerin yan yanalığı”; Zümrüt Burul’unkilerde tam da Emin Alper ve Enis’i tamamlayan anektodlar derken bağlar kuvvetleniyor.

Mithat Alam, Seyfi, Fırat ve Umut Barış Dönmez’i gördüğümüz eski bir fotoğrafta bütün bu hikayeyi “var edenler” (Mithat Alam, İstanbul Film Festivali, sinemanın getirdiği yol arkadaşlığı) ve hikayenin kayıpları (Seyfi, belki Emek sineması) ürpertici bir şekilde bir araya geldiğinde “gerçek hayatın tesadüflerle örülmüş karmaşıklığı” iyice belirginleşiyor.

Ama noktayı “İstanbul Film Festivali’nin 30 Yılından 20 Yönetmen” kitabı için yazdığı “Rüzgar Bizi Sürükleyecek” yazısıyla yine Seyfi koyuyor. Seyfi bu yazıda, Kiarostami’nin filmine ismini veren şiiri yazan İranlı şair Furuğ Ferruhzad’dan söz ediyor. Furuğ’dan bahsettiği her cümle, her satır, Seyfi için yazılanları tek bir noktada toplamaya başlıyor.

Çünkü Furuğ’da şiir var.

Furuğ’un geçmişinde sinemacılık var.

İran yeni dalgasının öncüsü sayılan bir film var.

Furuğ’un ilham verdiği, ismini armağan ettiği ve Seyfi’nin hayran olduğu bu filmde Seyfi’nin yaptığı, yapmak istediği, yapma hayalini kurduğu sinema var.

Ve Furuğ 32 yaşında bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş.

Ve bütün bunları Seyfi çoktan anlatmış.

“Üzerimizde emeği büyük” dediği festival için hazırlanan bir kitapta, hayran olduğu filmle kendi sineması arasındaki bağı inceleyen bir yazının bir sayfa öncesinde.

Tüm bu yazıları ve anıları bir mıknatıs gibi etraflarında toplayan sözcükler (sinema, şiir, hikaye anlatmak, cesaret, azim, ilham, kayıp, ölüm) Seyfi’nin üç beş cümlesinde buluşuyor, tam da onun tarif ettiği gibi kapanmayan bir çembere dönüşüp kendileri dışında daha büyük bir şeye işaret ediyorlar ve insana Seyfi’nin, onu anan bu yazıları yazanların, okuyan bizlerin, Kiarostami’nin, Furuğ’un, bu filmleri ve şiirleri dünyanın öbür ucunda seyreden, okuyan insanların, her birimizin birbirimize değil altı derece, bir derece bile uzak olmadığını hissettiriyor.

Geride kalanlar bu yüzden ölüp gidenlere borçlu kalıyor.